Halen Osmanlı hukuk sistemi ve hukuk tarihi üstüne çalışmalarını sürdüren tarihçi Engin Akarlı ile son günlerde IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) vasıtasıyla Türkiye’nin gündeminin birinci sırasına oturan Ortadoğu hakkında konuştuk.
Fotoğraf: BERGE ARABIAN
FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr
Engin Akarlı, Ortadoğu tarihi konusunda derin bir birikime sahip olan önemli bir tarihçi. Doktorasını ABD’de Princeton Üniversitesi’nde Ortadoğu tarihi üzerine yapan Prof. Akarlı, 1983-2012 arasında Harvard, Princeton gibi önde gelen üniversitelerde dersler verdi. 2012’de Türkiye’ye dönen Akarlı, İstanbul Şehir Üniversitesi’nde İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi’nde dekanlık görevini sürdürüyor. Halen Osmanlı hukuk sistemi ve hukuk tarihi üstüne çalışmalarını sürdüren Engin Akarlı ile son günlerde IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) vasıtasıyla Türkiye’nin gündeminin birinci sırasına oturan Ortadoğu hakkında konuştuk. İki hafta önce Ayasofya’nın cami olması tartışmalarıyla ilgili olarak yaptığı, toplum olarak tarihle ilişkimizin sorunlu olduğuna dair yorumuyla dikkatleri üzerine çeken Prof. Akarlı, sadece Türkiye tarihine değil, Ortadoğu tarihine bakışımızın da sorunlu olduğunu söylüyor.
-
Türkiye kamuoyunda hakim olan tarih algısını, tarihe bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tarih anlayışımız son derece sorunlu, çünkü tarihe bakarken kafalarımızda birtakım kelepçeler var. Bu, yeni de değil. 1981’de Barış Derneği’nin uluslararası bir toplantısında bir konuşma yaptım. Bu toplantıda “Türkiye’nin tarihi sadece Türklerin tarihi değildir. Aynı zamanda Ermenilerin, Rumların, Arapların, Kürtlerin ve daha pek çok topluluğun da tarihidir” demiştim. Kısa süre sonra Barış Derneği hakkında dava açıldı. Ben de bu konuşma delil gösterilerek yargılandım. Savcının iddianamesine göre ben, “Türk tarihi çalışmayalım, Ermeni tarihi çalışalım, Arap tarihi çalışalım” demişim. Sonunda beraat ettim ama bu arada Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünde doçent olarak sürdürdüğüm işimden atıldım. Böyle bir geçmişten geliyoruz; bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün.
-
Peki neden böyle?
Çeşitli açıklamalar yapmak mümkün ve bu açıklamaların hepsi de doğru olabilir ama ben görüyorum ki bizdeki eğitim sistemi bizim sandığımızdan çok daha etkili olmuş. Türkiye’deki eğitim sistemin bu kadar etkili olmasında askerlik mekanizmasının da ciddi bir pekiştirici etkide bulunduğunu düşünüyorum. Bunun sonucu olarak da devletle özdeşleşme, devletperestlik bizim kültürümüz çok önemli ve etkili bir unsur oldu. Devlete karşı olabilecek herhangi bir görüş insanları adete ürpertiyor. 83’te Türkiye’den ayrıldım, 2012’de döndüm. Bu arada dehşetle gördüğüm şey, tarihe bakış açımızda hiçbir şeyin değişmemiş olduğu. Tarih bölümlerine önemli görev düşüyor. İyi tarihçiler yetiştirmeliyiz.
-
Irak’ta bugün yaşananlara da aynı çarpık tarih algısıyla mı bakıyoruz?
Evet. Irak’a da Suriye’ye de öyle bir bakıyoruz ki, sanki oralarda her şey 90-100 yıl önce bıraktığımız gibi duruyor. Oysa Osmanlı’nın yıkılışından bu yana köprülerin altından çok sular aktı. En çok da Kürt sorununda bu bakış açısı karşımıza çıkıyor. “Türkler ve Kürtler tarihte birlikte hareket ettiler” deniyor. Bunda elbette doğruluk payı var ama Cumhuriyet’ten sonra günümüze kadar yaşananları düşündüğümüzde, rahatlıkla diyebiliriz ki Türkiye’nin yanlış siyaseti Kürtleri milliyetçi yaptı. Bu saatten sonra Kürtler sana güvenir mi?
-
Araplarla ilişkilerde bu sağlıksız tutum hangi biçimlerde karşımıza çıkıyor?
Şam-Bağdat hattına baktığımız zaman karşımıza şu tablo çıkıyor. Şam, tarihsel olarak Kahire’ye yakındır. Halep ise Şam’ın ticari rakibidir. Tarih boyunca bu hep böyle olmuş. Şam’ın arka alanı Beyrut’tan Kahire’ye kadar uzanır. Halep’in arka alanı ise Türkiye’nin güneydoğusudur. Halep ile Şam’ın birbirleriyle anlaşması, İstanbul-Kahire yolunun açık olmasına bağlıdır. Eğer İstanbul-Basra yolu açıksa Halep her zaman Şam’ın önüne geçer. Eğer bu yolların hepsi açıksa Halep de Şam da yıldız gibi parlar.
-
Günümüzde ulaşım ve lojistikte gelinen teknolojik düzey, sözünü ettiğiniz tabloyu değiştirmedi mi?
Günümüzün teknolojik düzeyi bu yapıyı belli ölçüde değiştirmiş olabilir ama coğrafya o kadar kolay değişmez. Coğrafyada teknolojideki değişim yok. Aslında Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun politikası” da bu bölgedeki trafiği açmaya yönelikti.
-
Şam-Halep hakkında söylediklerinizi Musul-Bağdat-Basra hattına uygularsanız tablo ne olur?
Irak’ta durum farklı. Musul kendi başına bir bütünlük arz ediyor. Bağdat ve Basra da öyle. Musul, Hakkari ve civarındaki Kürtler için geçmişte bir uğrak yeridir. Kurtuluş Savaşı’nda ve daha önce Ermenilere karşı girişilen katliamlarda devletin baş müttefiki Kürtlerdi. Orada ne Osmanlı devletinin ne de daha sonra Kuvayı Milliye’nin gücü vardı. Orada Kürtler var… Musul, Türkiye’de kalsaydı Kürtler bölünmezdi. Musul’un İngiltere’ye bırakılmasıyla Kürtlerin yaşam alanı bölündü. Kürtler isyan etmesin de ne yapsın? Onların düzeni bozulmuş oldu. Bunları yaşanmamış gibi düşünemeyiz. Bunların farkında olarak yeni diyaloglara girip herkesin kazançlı çıkacağı bir ilişki biçimini inşa etmeliyiz.
-
Bunun formülü nedir?
Bu hükümet tarafından yapılıyor aslında ama kafamızdaki kelepçeler nedeniyle yavaş yürüyor. Kürt deyince tüyleri diken diken olanların sayısı bu ülkede hiç de az değil. Başbakanın bugünkü politikası da kendi bacağına kurşun sıkan bir politikadır. Toplumu kutuplaştırırsan, bu kadar gergin bir dış politika ortamında kendi toplumunu arkana alamazsın. Oysa Kürt sorununda kalıcı adımlar atmak istiyorsan, toplumun yüzde 50’sini değil, büyük çoğunluğunu arkana alman gerekir.
-
Kafamızdaki kelepçeler kavramının çok sık kullanıyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Kafamızdaki kelepçeler, tarihte sadece Türk’ü görmek, Türk’ü de yalnız Müslüman olarak görmek, Anadolu’da Müslüman Türk’ten başka kimsenin tarihi yokmuş gibi düşünmektir. Kürt sorununun çözümü Kürtlere Türkçe öğretmekten geçer diyenler var hâlâ bu ülkede. Bu çözüm filan değildir.
Başbakan Erdoğan taziye mesajı yayınladı. Elbette önemli bir mesajdır ama öte yandan bir hafta sonra 1 Mayıs’ta herkese sert çıktı. Yani siz bugün de toplumun bir kesimini düşmanlaştırıyorsunuz. Tehcir de böyle bir ortamda gerçekleşmişti. |
-
Tarihe bakış açımızdaki sorunlar, Ermeni meselesi ve 1915 konusunu nasıl etkiliyor?
Yine kafamızdaki kelepçeler devreye giriyor. Türkler ve/veya Müslümanlar, Ermenilerin acısını anlayabilmek için öncelikle kendi acılarına yoğunlaşmaktan vazgeçmeyi öğrenebilmeli. Balkanlar’da yaşanan acıları sürekli tekrarlamaktan vazgeçip, Ermenilerin yaşadıklarını anlamaya çalışmalıyız. Bir an düşünelim, Tehcir dediğimiz olayda bir milyon kişi değil de 10 bin kişi ölmüş olsaydı, bu yaşanan gerçeği değiştirir miydi? Sonuç itibariyle 1915 tehciri ile bir halk, yaşadığı çevreden, köklerinden kopartılmıştır. Bu zaten kendi başınca acı bir gerçektir. Öte yandan Başbakan Erdoğan taziye mesajı yayınladı. İyi de etti. Elbette önemli bir mesajdır ama taziye mesajından bir hafta sonra Başbakan 1 Mayıs’ta çıktı herkese sert çıktı. Aslında soykırımın arkasında da böyle bir zihniyet yatıyor. Yani siz bugün de toplumun bir kesimini düşmanlaştırıyorsunuz. Tehcir de böyle bir ortamda gerçekleşmişti.
-
Taziyeden sonra hükümet ne tür adımlar atmalı?
Konunun en geniş şekilde tartışılması, geniş toplumsal kesimlerin gündemine sokulması çok önemli. 2005’te düzenlenen Osmanlı Ermeniler Konferansı’ndan bu yana önemli gelişmeler sağlandı. Bu süreçte hükümetin tavrı da olumlu oldu.
-
Bundan sonra ne tür adımlar atmalı?
Vatandaşlık hakkı meselesi var. Ermenilere yaşatılan acılardan bağımsız olarak sağlıklı bir yurttaşlık anlayışını inşa etmek mümkün değildir. Diaspora Ermenilerine yurttaşlık vermekten söz ediliyor. Bu da anlamlı bir adım olur. Ancak bunun da ötesinde ben eskiden beri Almanların yaptığı gibi bir yüzleşmeden yanayım. Almanlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra “Biz Nazi değiliz. Biz yapmadık bunu. Ama bizim manevi sorumluluğumuz var ve bunu yerine getirmeye hazırız” dedi. Türkiye de böyle yapabilir. Ancak bu işin başka bir boyutu var. 1915 sonrası özellikle Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde tehcir ettirilen Ermenilerin gayrimenkullerinin yağmalandığını ve bunun için de pek çok yasal düzenleme yapıldığını biliyoruz. Bu öyle boyutlara varmış ki rahatlıkla diyebiliriz ki cumhuriyetin Ermenilere karşı yaptığı hukuksuzlukları Osmanlı’da görmüyoruz. Cumhuriyet’in yaptığını Osmanlı Devleti yapmadı. Cumhuriyet’in Ermenilere yaptığı Osmanlı hukukuna göre zulüm, hatta daha ötesi, küfürdür. Osmanlı’da devlet görevlisinin mal mülküne el konulabilir, bunun da gerekçeleri vardır ama sivil halka ya da vakıflara bunu yaparsanız bunun adı zulüm olur. Bunun ölçüsü kaçarsa küfür olur.
-
Vakıf mallarının iadesi yolunda adımlar atıldı. Devamı gelecek mi sizce?
Bazı mülkiyet ihlalleri için devlet zaman aşımına sığınacak. Burada da hukuksal olarak yapılacak çok fazla bir şey yok. Ankara zaman aşımına sığınsa da bu utancını hafifletmez.
SPOT:
SPOT:
Almanların yaptığı gibi bir
yüzleşmeden yanayım. Almanlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra
‘Biz Nazi değiliz. Biz yapmadık bunu. Ama bizim manevi
sorumluluğumuz var ve bunu yerine getirmeye
hazırız’ dedi. Türkiye de böyle yapabilir.
SPOT:
SPOT:
SPOT:
Almanların yaptığı gibi bir
yüzleşmeden yanayım. Almanlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra
‘Biz Nazi değiliz. Biz yapmadık bunu. Ama bizim manevi
sorumluluğumuz var ve bunu yerine getirmeye
hazırız’ dedi. Türkiye de böyle yapabilir.
SPOT: