PiST/// Disiplinlerarası Proje Alanı'nın kurucularından Didem Özbek, 5 Haziran 2014’de ziyarete açılan 14. Uluslararası Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu’nun, Pangaltı özelinde İstanbul’a etkilerini Agos'a yazdı.
DİDEM ÖZBEK
Didem Özbek, kurucusu olduğu PiST/// Disiplinlerarası Proje Alanı, Mayıs 2006’dan beri sanatçı Osman Bozkurt’la birlikte yönetiyorlar. Özbek ve Bozkurt, farklı disiplinlerden meslek sahipleri ve sanat profesyonellerinin de katılımıyla Pangaltı çevresinin geçmişi, bugünü ve geleceğini inceleyen bir çok proje yaptı. Özbek, Agos için kaleme aldığı bu yazıda geçmiş projelerden birine değinirken, 5 Haziran 2014’de ziyarete açılan 14. Uluslararası Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu’nun, Pangaltı özelinde İstanbul’a etkileri üzerine görüşlerini aktarıyor.
2014-2034 arasında, Venedik Bienali’nin iki ana mekanından biri olan Arsenale’de nihayet sabit bir mekâna sahip olan Türkiye’nin Arsenale’deki ilk ulusal pavyonu, 2007 yılında Vasıf Kortun küratörlüğünde, Hüseyin Alptekin’in ‘Don’t Complain’ (Şikayet Etme) başlıklı yerleştirmesini sergilemişti. Alptekin’in bir memnuniyetsizliği şikayet yoluyla gidermenin boş yere konuşmak olduğunun bilincinde kalarak bu başlığı verdiği yerleştirmesi İstanbul’un sürekli yeniden şekillenen açıkhava reklamlarının oluşturduğu düzensiz sistemlerden yola çıkarak ışıklı bir panoda fiziksel biçemini bulmuştu.
O günlerde Pangaltı’da yer alan PiST///’in etrafında 22 tane pavyon vardı. Gazetelerin kültür sayfalarında ‘Türk Pavyonu açıldı’ başlıklarını okurken ‘Acaba komşu pavyonların çalışanları bu haberleri okusa ne düşünür?’ diye aramızda konuşurduk. Bu merak bizi ilk başlarda iletişim kurmaktan çekindiğimiz pavyon işletmecisi komşularımızla konuşmaya, aramızdaki fark ve ortaklıkları dinleyerek bulmaya sevk etti. Bugün hala Türkçede ‘pavyon’ deyince erkeklerin müşteri, kadınların çalışan olduğu karanlık, içkili, müzikli mekânlar akla geliyor. Sohbetlerimiz sonrasında, oradaki kadınların resmi evraklarında bir zamanlar ‘artist’ olarak kayıt edildiklerini öğrenmek, ‘sanat’ ve ‘eğlence’ dünyasına ait birbirinden farklı iki pavyon anlayışının benzerliklerini ve her ikisinin de işi gereği ‘bir şeyler’ sergileyerek hayat bulduğunu görmek adına önemliydi. PiST bu projesiyle tam ortasında yer aldığı pavyon kültürünün mü, yoksa bir sanatçı inisiyatifi olarak ele aldığı sanat üretiminin mi kendi pavyon anlayışına uygun olabileceğini araştırmayı amaçlamış, ve 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nin açılış haftasında bir geceliğine de olsa karşı komşumuz Golden Gate ile işbirliği yaparak, iki farklı Türk Pavyonu anlayışını, sanat izleyicisi ve pavyon müşterilerinin eş zamanlı ziyaretine açmıştık. Golden Gate’de, Venedik Bienali Türkiye Pavyonları’nda sergilenmiş işlerin fotoğrafları piyanist-şantör eşliğinde dönerken, PiST’de de Osman Bozkurt’un ‘Türk Pavyonu’ isimli buluntu videosu oynamıştı.
Pavyon müşterisiyle sanat yan yana
Gerçek bir pavyonda çekilmiş bu videoda ‘artist’ olmak için evden kaçan genç bir kızın, filmdeki karakterlerden Koca Kafa Zeki yüzünden Anadolu Pavyonu’na düşüşü, bol küfür ve kıvrak danslar eşliğinde anlatılıyor. Bir bakıma ‘sanatçı-galerici’ ya da ‘sanatçı-küratör’ arasında gerçekleşmesini arzu etmeyeceğimiz türden ilişkilerin anlatıldığı bu iş ve Golden Gate’le yaptığımız bir gecelik işbirliği bir çokları tarafından beğenilmiş, bazılarıysa pavyon gibi, kadının meta olarak kullanıldığı bir mekânla işbirliği yapmamızdan rahatsızlık duymuştu. Benim hafızamda kalan Hüseyin Alptekin’in Golden Gate’de dönen ‘Don’t Complain’ fotoğraflarını gülümseyerek izlediği, bir anda kalabalıklaşan ve sokağı dolduran sanatçı, küratör ve eleştirmenlerin oluşturduğu uluslararası izleyici kitlesi ve tüm bunların pavyon gerçeği, müşterisi ve çalışanlarıyla iç içe geçtiği güzel bir geceye imza atmamız. Sabaha kadar uyuyamayan komşu amcanın bile ertesi gün bizi tebrik etmesi unutamayacaklarımdan. Bir kadın olarak, ‘yeteneğini ortaya çıkartarak artist olabilmesi için kimsenin tadına bakılmasını’ istemeyeceğim gibi komşu müessesenin gerçeğiyle yüzleşemeyecek kadar da konuya mesafeli kalmamak gerektiğini düşünüyorum. Bazı iş kollarının kapılar kapalı arkasında gerçekleşme hali, yanı başındaki gerçeği görmezden gelerek nasıl bir duyarlılık gösterebileceğini de sorgulatıyor insana. Ama o gece imkansızı başardığımızı bilmek ‘İyi ki yapmışız’ da dedirtiyor.
‘Çakma Nişantaşı’
Aradan yıllar, bienaller geçti. O pavyondan bu pavyona, Venedik Mimarlık Bienali’nin ilk Türkiye Pavyonu da ziyarete açıldı. Ulusal pavyonumuzun bu seneki küratörü Murat Tabanlıoğlu, Venedik öncesinde İstanbul Modern’de yaptığı konuşmasında ‘Hafıza Mekanları’ olarak adlandırdığı küratoryal çalışmasının içeriğinden bahsetti. Ben de ortağı Melkan Gürsel Tabanlıoğlu’nun geçtiğimiz günlerde verdiği, bir gazete röportajı sonrasında kafamda oluşan sorulara cevap bulabilmek için bu konuşmayı dinlemeye gittim.
‘Lüküs Hayat’a Kentsel Akapunktur’ başlığıyla Tabanlıoğlu Mimarlığın Halaskargazi Caddesi’nde gerçekleştireceği önemli bir projenin lansmanı niteliğindeki bu röportaj, neredeyse aynı gün yıkımı başlayan Ermeni Katolik Mıhitaryan Manastır ve Mektebi Vakfı’nın mülkü İnci ve Pangaltı Pasajları’ndaki dükkanlar; arkasındaki tarihi İnci Sineması; okul bahçesi; oyun ve spor alanları; ağaçlar; Pangaltı Lisesi’nden Yetişenler Derneği binası, Pangaltı Anarad Hığutyun Ermeni Katolik Kilisesi ve Özel Pangaltı Ermeni İlköğretim Okulu ve Lisesi’yle Süleyman Nazif Sokak’taki sıra evlerin neredeyse tümünü dönüştürüp yerine ‘Nişantaşı Avlusu’ konseptiyle çakma bir Nişantaşı kurguladıklarını anlatıyor. Bu proje, bir zamanlar Kanyon’da yaptıkları gibi Gültepe’den Levent’e kapı açma fikrini, Halaskargazi Caddesi ile Abdi İpekçi Caddesi arasında uygulamayı içeriyor. Hani Zafer Sokak’tan ilk sağa dönünce Valikonağı Caddesi, oradan da ilk sağda Abdi İpekçi olduğunu bilmesem yumurtadan ne çıkacak diye merak edeceğim. Gültepe kadar fakir sandıkları Pangaltı’yla, Levent’ten zengin saydıkları Nişantaşı arasında kestirme yoldan gidip gelmek varken, neden özel güvenlikçilerle muhatap olup, x-ray’den geçelim ki? Tabii ki daha ayrıcalıklı bir tüketim anlayışını yerinde yakalayabilmek için.
İstanbul’dan Venedik’e
Aslında, bir alışveriş merkezi, butik otel ve lüks konutlar aracılığıyla birleştirilmesi planlanan Halaskargazi Caddesi’yle Abdi İpekçi Caddesi arasındaki en acı benzerlik ve unutturulamaz gerçek, bu caddeler üzerinde çok önemli iki gazetecimizin hunharca öldürülmüş olması değil mi? Abdi İpekçi o caddeye adını verirken, Hrant Dink bir kaldırım taşıyla yetinir durumda. Yıkılan tuhafiyeciler, terziler, lostra salonu ve diğer mağazalarının bulunduğu salaş dükkanlardan oluşan yapı bloğuysa, ‘Pangaltı’ otobüs durağı ve ‘Osmanbey’ metro durağına sıfır konumda. Yani şehrin tam merkezinde, emsalsiz değere sahip.
Murat Tabanlıoğlu’na, sunum sırasında dinlediklerim ve öncesinde okuduğum röportaj üzerinden şunları sordum: Pangaltı’nın Osmanbey, Osmanbey’in Nişantaşı olarak kodlanmasıyla tüketimimize sunulan marka değerleri arasında mekânın hafızasının nasıl korunacak? AKM’nin bir polis karakolu olarak kullanıldığı bir dönemde ve Emek Sineması’nın tartışmalı yıkımı sürecinin hemen ardından, İnci Sineması’nın yer aldığı bir yapı bloğunda inşa edilecek AVM ve otel projesine neden ihtiyaç duyuluyor? Peki Tabanlıoğlu burada yer alan işyerleri ile yıllardır kapalı tutulan sinemanın hafızası olmadığını düşündüğü için mi bu projede yer alıyor?
Murat Tabanlıoğlu, halen eğitim veren Mıhitaryan/Pangaltı Ermeni İlköğretim Okulu ve Lisesi konusuna, hiç değinmezken Bilgi Üniversitesi’ndeki yüksek lisans öğrencileriyle Venedik’te tartışmak için azınlık okulları ve Pangaltı üzerine araştırma yaptıklarından ve Karaköy’deki Galata Rum Okulu dahil başka projeler üzerine de çalıştığından bahsetti. Gürsel Tabanlıoğlu ise İnci Sineması’nı özelliği olmayan, korunması gerekmeyen, fazla tahrip edilmiş, yani yeniden yaratılması gereken bir ‘şey’ olarak tarif etti. Tabanlıoğlu’ndan, ‘Nişantaşı avlusu’ sebebiyle ortaya çıkacak muhtemel isim değişikliklerinin hafızaya etkisi ve bundan kimin sorumlu olacağını öğrenmek istediğimde ‘Burada isimler üzerinde durmasak... Şehrin hafızasıyla ilgili konuşmalıyız, Venedik ve İtalya’yı konuşmalıyız’ derken, kendisine semte ismini veren (Bolonyalı Giovanni Batista) Pancaldi’nin de bir İtalyan olduğunu hatırlatmam gerekti. Daha sonra öğrendim ki Mıhitaryan Vakfı’na ismini veren Appa Mekhitar da 1700’lerde İstanbul’dan Venedik’e gitmiş.
Toplantıdaki en önemli açıklamalardan biri; Tabanlıoğlu’nun, AKM’nin ne olacağını şu an için bilmediğini ve bugünün Türkiye’sinde kimsenin bu konuda bir şey söyleyemediğini belirtmesiydi. Tabanlıoğlu sözlerine, bu konuda bir şey söylememesinin daha iyi olacağını yoksa AKM’nin yıkılacağını da ekledi. Özetle, mimari değere sahip A mekânı renovasyon bahanesiyle dımdızlak bırakılıp şu an işlevi dışında değerlendirilse bile sessiz kalarak o binayı koruma altında tutmaya devam etmemiz gerektiğinin, ancak korunmasına ihtiyaç duyulmayan ve içine bir projeksiyon takılsa 400 kişinin rahatça film izleyebileceği B mekânının yıkımının farz olduğunu, oradaki hafıza, tarih, mimari ögeler, toplum kültürü, gündelik hayat gibi bizim için önemli olabilecek değerlerin inşaat sektöründe yeri olmadığının altını çizdi. Açıkcası AKM benim için ne kadar önemliyse, Pangaltı Pasajı, İnci Pasajı, İnci Sineması, okul, kilise, okulun bahçesi, etrafındaki dükkanlar ve çok yakında en azından şehrin merkezinde göremeyeceğimiz tuhafiyeci, tadilatçı, nalbur, lostra salonu, sinema, birahane gibi mekânlar da bir o kadar değerli. Eğer bu yapı bloğu ve barındırdığı tarih sil baştan kurgulanıyorsa, benden duymuş olmayın ama AKM de er geç yıkılacak ve belki de yeni bir ‘Tabanlıoğlu’ projesi olarak yeniden şekillenecek. Bizlere söz hakkı bırakılmayan nihai kararlarla, ‘o yapmazsa bunun yapacağı’ projeler üzerinden gündelik hayatımız sil baştan formatlanacaksa, en azında alanında uzman mimarların, gerçekten ihtiyacımıza hizmet eden, yaratıcı projeler gerçekleştirmesini arzulamaktan başka ne yapabiliriz?
Sonuç olarak, mimarlık acımasız bir meslek; önce öldürüp, sonra yeniden diriltme sanatı. Pangaltı’daki inşaatsa, belki de vakıf mülklerinin sessizce el değiştirme süreci. Sahi Hüseyin Alptekin Venedik’deki Türkiye Pavyonu’nda ne demişti? Don’t Complain! (Şikayet Etme!)
Yazımı 13 Ekim 2012 tarihinde Tamar Nalcı’nın bizimle yaptığı AGOS röportajıyla birlikte okumanızı tavsiye ederim.