Fotoğrafçı Ara Oşagan’la, ailesi, hayatı, sanata bakışı ile ‘Father Land’ ve ‘Traces of Land’ serilerinin ortaya çıkış sürecini konuştuk.
Surp Gazançetots Kilisesi, Şuşi, Karabağ, 2002 (‘Father Land’ serisinden)
LORA SARI
lorasari@agos.com.tr
BERGE ARABIAN
arabianberge@hotmail.com
Bir haber sitesinde, SocialDocumentary adlı fotoğraf sitesinin Ocak ayında öne çıkaracağı fotoğrafçının Ara Oşagan olduğunu okuyana kadar, bu siteden ve fotoğrafçıdan bihaberdim. Gazetenin neredeyse her sayfasında adını görmeye alışık olduğunuz pek sevgili fotoğrafçımız Berge Arabian’a bu konudan bir sohbet sırasında bahsettiğimde, inanılmaz derecede heyecanlandığını gördüm. Siteden de Ara Oşagan’dan da ziyadesiyle haberdardı. Berge bana hemen Ara Oşagan’ın babası, yazar Vahe Oşagan’la birlikte yaptığı fotoğraflı ve metinli ‘Karabağ’ hakkındaki ‘Father Land’ çalışmasını ve Los Angeles’taki bir hapishanede çektiği fotoğrafları gösterdi. Üstelik Ara, Ermenice edebiyatın en önemli figürlerinden Hagop Oşagan’ın da torunuydu. Biz de hazır bahanesini bulmuşken fotoğrafçı Ara Oşagan’a aklımıza ne geldiyse sorduk. Sanatçı, sadece sorularımıza cevap vermekle kalmayarak, ailesinden miras aldığı edebi üslupla ‘Father Land’ ve ‘Traces of Land’ çalışmalarının ortaya çıkış sürecini kaleme aldı.
• İşinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Öncelikle ben bir belgesel fotoğrafçısıyım. Kimlik, toplum ve yerinden edilme gibi meselelerle uğraşıyorum. Çoğu işimde evi, yurdu, sahip olduklarımızı kaybetme konusunu işliyorum.
• Karabağ’da fotoğraf çekme fikri nasıl oluştu? Karabağ’ın sizin için anlamı nedir?
Tarihi bir perspektiften bakıldığında, Karabağ söz konusuysa bir anomali var demektir. Bin yılı aşkın bir süredir, 1024’te Ani’nin düşmesiyle birlikte milletimiz giderek küçülüyor, azalıyor… Ölümler, özgürlük yoksunluğu, ikinci sınıf vatandaş olma hali bizim için bir norm halini alıyor. Karabağ, bu bin senelik tarihi tepetaklak etti.
Biz Karabağ’da kimin yaşadığını, orasının nasıl bir yer olduğunu bilmezdik ancak 80’lerde ve 90’larda Los Angeles sokaklarında yürüyüşler düzenleyip “Karabağ bizimdir” diye bağırırdık. Karabağ benim için sembolik bir yeniden doğuş, içeriden bir devrim, tarihin tersine çevrildiği yerdir. Benim için Karabağ, bugün orada yaşamaya devam eden Ermenilerin varlığıyla, köklerimize ve tarihimize en fazla yaklaştığımız yer. Karabağ’da kimliğimizin izlerini görebiliyoruz. Aynı Hemşin’de görebildiğimiz gibi… Orada da çok uzun zamandır Ermeni varlığı mevcut. Ve tabii ki ailemin Batı Ermenistanlı olmasından ötürü kendimi Karabağ’a kıyasla Hemşin'e daha yakın hissediyorum. Ben çevreyle ve kiliselerle ilgilenen biri değilim, asıl ilgilendiğim insanlar. Ve bir gün Hemşin’e gidip, orada yaşayanların fotoğrafını çekmeyi çok istiyorum.
'traces of İdentity' serisinden |
• Siz de büyükbabanız Hagop Oşagan ve babanız gibi edebiyatla uğraşıyor musunuz?
Kendi döneminin edebiyat dünyasının ağır toplarından olan babam ve büyükbabam, yazar olmakla ilgili her zaman benim için bir yönlendirici bir güç oldu. Gençken yazmayı sevmezdim, ama üniversite zamanında çılgınlar gibi okumaya başladım. Yazmaya başlamam da bu döneme denk gelir. Ama aynı zamanda yerleşik bir düzene henüz geçmemiş, sürekli hareket halinde olan, oturmayı bilmeyen biriydim. Bu da öncelikli görevi oturup hayal etmek olan yazarlar için uygun bir davranış değil. Ziyadesiyle yazmama rağmen, bir şekilde yazdıklarımdan hiçbir zaman memnun kalmadım. O dönemde birçok kısa öykü yazdım ve her seferinde bu öykülere eşlik eden fotoğrafların olmasını istedim. Fotoğraf makinemle dışarı çıkıp, bir sürü fotoğraf çekip, tüm bu süreçten inanılmaz keyif alırdım. İşimin doğası buymuş gibi gelirdi. Fotoğraf çekmeye devam ettikçe, üretim aracının değil, herhangi bir araç vesilesiyle anlatılanın ne olduğu ve nasıl yansıtıldığının önemli olduğunu anladım. Bunu fark etmemle fotoğrafçılık benim için bir yaşam biçimi haline geldi. Ama bugün hâlâ aklımı meşgul eden birkaç roman fikri var ve bir gün onları yazıya dökeceğim.
• Büyükbabanızla nasıl bir ilişkiniz vardı?
Büyükbabam 1948'de öldü, yani onu birebir tanıma şansım hiç olmadı. Ama bir ‘persona’ olarak, özellikle de edebi bir ‘persona’ olmasıyla, onun varlığının bende kocaman bir yeri vardır… Onun yazdığı öyküler, benzersiz edebi yeteneği, Batı Ermenicede romanın temeli olmasının öneminin yanında ayrıca benim için bir büyükbaba figürü olması, benim ve ailemin kumaşına işlenmiştir. Onun benim için çok belirgin bir varlığı var. Hagop Oşagan’ın benim ve babamın üzerindeki ilhamı çok fazladır.
FOTOĞRAF • AREG BALAYAN |
• Peki ya babanızla ilişkiniz?
Lübnan iç savaşıyla birlikte hayatımızın alt üst olması ve hemen ardından annemle babamın boşanmasına rağmen, babamla hep birbirimize çok yakın olduk. Üniversiteye başladığımda, edebiyata ve bir anlamda da babama geri döndüm ve babam manen, bana ilerlemenin yolunu gösterdi – elbette bir kelime dahi etmeden. O, her yönüyle bir yazardı, kendini bu sanata adamıştı ve popüler düşüncelere aldırış etmeyen bir edebiyat anlayışına sahipti. Tıpkı babası gibi…
• Onların eserlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyat eleştirmeni değilim ama üniversitede edebiyat okudum ve Ermeni edebiyatını yakından takip ettim. Ermeni edebiyat eleştirmenleri, Hagop Oşagan’ın eserlerinin, derinliği, hayal gücü, yenilikçiliği ve dili geliştirebilmesi açısından dünya edebiyatının sunabildiği en iyi eserlerle karşılaştırılabilecek değerde olduğuna inanırlar. Benim için de bu nitelikler önemlidir. Joyce’lar ve Faulkner’ler sadece muhteşem romanlar yazmakla kalmamış, eserleriyle İngilizcenin başka bir seviyeye yükselmesini sağlamışlardır. Hagop Oşagan da aynısını Ermenice için yapmıştır. Belki Fransız, İngiliz ya da Amerikalı olsaydı, dünya onun da eserlerini, diğerleriyle aynı değerde överdi. Ama bildiğimiz üzere kimse Ermenice okumuyor. Yani onun emsali olmayan edebi mirası bilinmemeye devam ediyor. Şanslıyız ki, onun en büyük eseri ‘Kalıntılar’ (The Remnants) kısa zaman önce yayımlandı.
Vahe Oşagan’ın şiirleri için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Edebiyata getirdiği yenilikler, derinliği, hayal gücü ve tabuları yıkma konusundaki arsızlığı, onun çağında yapılmamış şeylerdi. Onun da eserleri, babasınınkiler gibi, geniş kitlelere ulaşamadı. Önümüzdeki on yılda, babamın şiirlerini tercüme ederek yayımlayacağımı umuyorum. Bunların arasında son halini almamış, yani bir anlamda cilalanmamış 14-15 parçalık tiyatro, roman ve edebiyat eleştiri metinleri var.
• Omuzlarınızda bu edebi ve manevi mirası devam ettirmenin yükü var mı?
Ailemin mirası çok büyük. Hem ulusal, hem de şahsi bir bakış açısıyla bu böyle. Ben bu mirastan hem faydalanıyorum, hem de mirası devam ettiren kişiyim. Bu bana sanatsal alanda muazzam bir ivme kazandırıyor. Bu anlamda, bu mirasa sahip çıkarken onu reddetmem gerektiğini de biliyorum. Böyle bir mirasa sahipken nasıl kendin olursun? Bu mirasın kocaman gölgesinin altından nasıl çıkarsın? Babam mealen söylemem gerekirse, “Atalarının mezarı üstünde poker oynamalısın” yazmıştı. Bu söz, atalarını reddederek, onların fikirlerine karşı çıkarak, kendi yolunu bulman gerektiği anlamına geliyor. Kendisi bunu başardı. Ama o aynı zamanda bir Hagop Oşagan âlimi olmayı bildi ve babasının son zamanda yaptığı işlerini yayımladı. Bu bir zıtlıktır; mirasa sahip çıkmak ama onu reddetmek. Ve bu ikilik – eş zamanlı olarak sahip çıkmak ve reddetmek – benim de mesuliyetim.
‘Evsizliğim benim evimdir’
• Diasporalı Bir Ermeni olarak ‘anavatan’ sizin için ne ifade ediyor?
Anavatan meselesinde asıl sorgulanması gereken memleket kavramının ne anlama geldiği bence. Ben Diasporalıyım ve bir memleketim olduğunu hissetmiyorum. Teorik olarak ne kadar Ermenistan benim vatanım olsa da, duygusal, düşünsel ve varoluşsal olarak hiçbir yere ait hissetmiyorum kendimi. Evsizliğim benim evimdir. Beyrut’tayken Ermenistan’da olduğum kadar evde hissettim. Sanıyorum Diasporalı olmanın özünde bu var, hiçbir yere ve her yere aitsindir. Böylece geleneksel aidiyet kavramı da bulanık bir hal alır. Fikirlere ait olmaya başlarsınız. Kimliğiniz de bulanıklaşır, çamur gibi olur. Yani kendi kimliğinize dair apaçık bir görüşe sahip olmazsınız. Bu kimliği işinize yansıtabilmek daha da kritik bir hal alıyor. Bu sebepten işlerim, kim olduğum, ne olduğum, nereden geldiğim ve şu anda bulunduğum yerin neresi olduğu gibi konulara odaklanıyor.
• Lübnan’daki hayatınız nasıldı? Lübnan’la Amerika’daki Diaspora arasında bir fark var mı?
Beyrut’tan ayrıldığımda çok gençtim. 10 yaşındaydım. Yani oradaki hayatın nasıl olduğuna dair pek bir fikrim yoktu o zamanlar. Ancak, iki ay önce Beyrut’ta iki farklı proje üzerine çalışırken, oradaki hayatı daha yakından görme şansım oldu. Beyrut’ta veya Amerika’da Diaspora’da olmanın birbirinden pek bir farkı yok aslında. Her iki durumda da Diasporalı olmanın temel ruhu olan; iki dil arasında bir hayat yaşıyor olmanız, kültür ve yaşayış biçimleri arasındaki farklar ve asla kaçamadığınız melez kimlikler ortaya çıkıyor. Bu durum Amerika’da, Amerikan ve Ermeni kültürü arasında ortaya çıkarken, Beyrut’ta Lübnanlı, Ermeni ve Fransız kültürleri arasında yaşanıyor. Belki, üç kültürü idare etmenin iki kültürü idare etmekten daha zor olduğu söylenebilir. Ama belki de öyle değildir.
• O zaman şöyle soralım; Diaspora’da olmak ne demektir?
Diaspora’daki tek gündem, hep beraber kendimizi bir adaya hapsedip, etrafımızı olabildiğince yüksek duvarlarla örmek ve böylece kültürümüzü bir şekilde ‘korumak’, sabit ve donmuş bir halde tutmak. Bu yanlış bir gidişat. Bizim millet olarak içinde bulunduğumuz durum çok özgün. Biz gerçek anlamda evrensel ve uluslar-ötesi olan topluluklardan biriyiz. Çok sayıda mülteci ve milyonlarca göçmen var, ama biz nesilledir uluslararası yaşayan bir milletiz. Melez kimliğimiz çok doğal ve organik şekillerde birçok parçadan oluşuyor. Bizim bu melezliğe sahip çıkmamız lazım. Ermenistan bize verilmiş, sağlam bir dayanak – orası kendimizi özdeşleştirebileceğimiz bir toprak parçası. Öte yandan Diaspora nefes almamıza olanak sağlıyor; bize dünyanın bir parçası olabilmemiz, Ermeni ulusun dışına çıkabilmek, onu büyütebilmek için kanatlar veriyor. Bana kalırsa Diaspora’da yaşama fikrine bu şekilde yaklaştığımızda daha güçlü ve daha cesur bir ulus haline geleceğiz. Babam, Ermenistan ve Diaspora’nın bu milletin birer akciğeri olduğunu ve bizim yaşamamızı sağladıklarını söylerdi. Babama katılıyorum, bu milletin yaşamaya devam edebilmesi için ikisi de olmalı.
'Bana oğlumu hatırlattı'
'Youth in Prison' serisinden |
Ara Oşagan, 2010’da yaptığı ‘Juvies’ (Islah Evi) adlı seride, Los Angeles’taki bir hapishanedeki gençlerin fotoğraflarını çekmişti. Oşagan, sadece hükümlülerin birbirinden çarpıcı portrelerini sunmakla kalmamış, onlara kendi fotoğraflarının yanına düşüncelerini, hislerini ve beklentilerini yazmalarını istemişti…
• Hapishanedeki gençlerin fotoğrafını nasıl çekmeye başladınız?
Hapishanedeki gençlerle ilgili belgesel çeken bir ekip tarafından davet edildim. Çok şanslıyım bu konuda, çünkü bu tarz yerlere girmek neredeyse imkânsız – hele ki özünde özgürlük olan fotoğrafçılık işindeyseniz daha da zor.
• Neden tutukluların kendilerinin kaleme aldığı düşünce ve duygularını yazılı olarak fotoğraflara ekleme kararı aldınız?
Hapishanedeki gençlerin öyküsü çok karmaşık. Arka planda oraya nasıl geldiklerini anlatan çok uzun bir hikâye var. Bütün bu sorular onların bugünkü durumlarını anlamamız açısından kritik önem taşıyor. Bu yüzden onların yalnızca bugünkü durumlarını fotoğraflamak, içinde bulundukları durumun duygusal derinliğini yansıtmak için yeterli olmazdı.
• Hapishane gerçekleri ile yüz yüze geldiğinizde genç suçlulara karşı önyargı ve varsayımlarınız açısından nasıl bir farkındalık oluştu?
Bu gençlerle karşılaşmak gözlerimi açmamı sağlayan bir deneyim oldu. Hiçbir şekilde gösterildikleri gibi şiddet dolu, öngörülemez, eğitimsiz insanlar değiller. Gerçekte çok akıllı, nazik ve hatta tatlıydılar. Bana büyük ölçüde kendi oğlumu hatırlattılar ve bu içerisi ile dışarısı arasındaki uzaklığın dayanılmaz derecede küçük olduğunu görmemi sağladı. Başka koşullarda büyüyor olsaydı, oğlum da pekâlâ kendini onların yerinde bulabilirdi. Belki yine de başına gelir. Hayatın insanın karşısına ne çıkaracağı hiç belli olmaz. Ve Ermeniler olarak bizler hep en kötüsünü beklemeye koşullandırılmışızdır.
Ancak özellikle hapis oranının çok yüksek olduğu Kaliforniya eyaletinde, hapishanelerdeki bu çocuklara karşı çok büyük adaletsizlikler yapılıyor. Bu çocukların pek çoğu küçük suçlar yüzünden uzun tutukluluk cezalarına çarptırılıyor ve kilitli tutulup toplumdan uzaklaştırılıyorlar. Ancak uyum sağlama, değişme ve büyüme yönünde çok güçlü becerilere sahipler. Yeni insanlar olabilirler. Yalnızca bu olanağın onlara verilmesi gerekiyor.
• Bu çalışma, önceki yıllarda Ermeni kimliği ve genel olarak göçmen gerçekliği üzerine yaptığınız çalışmalardan ne kadar ayrılıyor, ya da onlara ne kadar benziyor?
Bir açıdan farklılık gösteriyor, ama bir açıdan da aynı. Benim çalışmalarımdaki ana konulardan biri, bir yerinden edilme kimliği olan Diaspora kimliği ve bu yerinden edilmenin topluluklar içinde nasıl yansıtıldığıydı. Bu topluluklar da toplumun sınırlarında. ABD’de bir göçmen olarak, hatta ondan önce Lübnan Diasporası’na mensup biri olarak ben de toplumun sınırlarında biriyim. Tutuklular da toplumun sınırlarında. Yani gerçekte o kadar da uzak bir yerden bakmıyorum.
• Bundan sonrası için planlarınız var mı?
Yayımlanmaya hazır durumda dört tane kitabım var. Bazılarında yayıncı yokluğu ve tümünde de kaynak yokluğu süreci yavaşlattı. Lübnan’da Suriyeli Ermeni mültecilerle bir çalışma yaptım ve Lübnan’ın farklı yönleri üzerine çok daha büyük bir projeye başladım. Bir tanesi Bourj Hammoud, bir diğeri Lübnan Ermenileri ve umuyorum ki daha büyük bir proje olan üçüncüsü de Ortadoğu’da gittikçe küçülen Hıristiyan toplulukları hakkında olacak.
'Ben diasporalıyım ve bir memleketim olduğunu hissetmiyorum. Evsizliğim benim evimdir. Sanıyorum diasporalı olmanın özünde bu var, hiçbir yere ve her yere aitsindir.' |
Traces of Identity (Kimliğin İzleri)
Los Angeles’taki Ermeni Diasporası, 2001 – Ermeniler bin yılı aşkın süredir Diasporalı.
Bağımsız son başkentimiz Ani’nin 1046’da Selçuklular tarafından yıkılmasından bu yana, dağılmak bizim için bir yaşam şekli oldu. Asırlar boyu diğer kültürlerin içinde yaşamak ve dünyaya karışmak bizim kim olduğumuzu tanımlar – biz, damarlarından dağılmışlığın geçtiği evrensel bir ulusuz. Bitmek bilmeyen Ortadoğu savaşları ve sefalet bizi dağıttı ve dünyanın en uç noktalarına sürükledi. Onlardan biri de medeniyetin sona erdiği uçurum; Los Angeles.
Günümüzde Los Angeles Ermeni Diasporasının ‘de facto’ başkenti durumuna geldi. Dünyanın dört bir yanından, Los Angeles’ın içine boşaltıldık ve her birimiz, bu şahane bir şekilde çok katmanlı, kültürlerin post-modern gettosu şehre kendi tadımızı kattık.
Ben, Ermeni toplumunun kalbi olan Glendale’de yaşıyorum.
Aldığım yarı Fransızca yarı Ermenice eğitimle, Beyrut’ta milliyetçi Ermeni bir ailede büyüdüm ve reşitken buraya geldim. Ben Ermeni, Amerikalı, Lübnanlıyım ve de bir dünya vatandaşıyım. Dil, kültür, yaşam tarzı ve düşünce şekillerinin çeşitliliğinde yaşıyorum ve bu çeşitliliğe aidim. Şekilsiz bir kimliğim var ve bu kimlik, çeşitli diller ve kültürler arasında kalarak kendini buluyor. Bu bir süreç.
‘Traces of Identity’ bu sürecin hâlihazırdaki keşfi: Los Angeles’ta giderek çoğalan Ermeni Diasporası tecrübesine yoğun ve genişletilmiş bir bakış. Kendimi ve benim melez ve parçalara ayrılmış kimliğimi yansıtması için toplumuma tutulmuş bir ayna. Ortak ve şahsi kimliğimin çizgilerini takip ederken, Los Angeles’ın muazzam toplumsal tabiatını ortaya çıkaran ve onunla birlikte değişen bir keşif.
Ara Oşagan
Father Land (Ata Toprağı)
Babam 2000 yılının Haziran ayında öldü.
Ondan birkaç yıl önce, Karabağ ile ilgili bir projeye girişme kararı aldık birlikte: Karabağ; Ermenistan’ın dibinde sapa, dağlık bölge. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Ermenilerin sert bir bağımsızlık savaşı verdikleri ve kazandıkları yer. Hâlâ askerler tarafından korunan sınırları olan ve politik olarak tanınmayan bir alan. Dönüşümde olan bir yer: insanları, toprağı; politik, toplumsal ve varoluşsal olarak gerçekleşen büyük değişimde yaşama şekli. Uzakta olan memleketimizin bir parçası bu yer.
90’lı yıllara kadar, ne ben, ne de babam Ermenistan’a adım dahi atmamıştık. İkimiz de Ermeni Diasporası’nın giderek genişlediği şehirlerde doğmuş ve büyümüştük: Kudüs, Paris, Beyrut, Philadelphia, Los Angeles.
Babamla, o ölmeden önce, 1990’da Karabağ’a gittik. İlk oğlumun doğumuna denk gelmişti bu gezi. Babam öldükten sonra, bir altı yıl daha projemiz üzerinde çalışmayı sürdürdüm. Ve Karabağ’a her dönüşüm, yeni bir doğumla damgalandı. Bu proje dört doğumu kapsıyor ve bir ölümü.
Böylece bu proje olduğundan daha da ötede bir anlam kazandı. Atalarımızın 3 bin yıldan daha uzun süredir bulunduğu topraklarda, o tarihi yaşayan insanların arasında ‘baba’ denileni aramaya başladım.
Father Land kökler ve kimlikle ilgili bir proje. Karanlık bir tarihten henüz gün ışığına çıkmaya başlayan, değişen, yeni bir kimlik işleyen, kendini ve yeni bir yaşam şeklini arayan yer ve toplumla ilgili bir proje. Ama aynı zamanda çok şahsi bir dönüşümün, ortaya çıkışın da hikâyesi.
Ara Oşagan