Bugün Beyoğlu Yeşilçam Sineması’nda vizyona giren ‘Müslüm Baba’nın Evlatları’ belgeselinın yönetmeni Vuslat Saraçoğlu’yla ‘Müslüm Baba’ ve onun ‘evlatları’na dair konuştuk. Belgesel bir hafta boyunca vizyonda kalacak.
ÖZGÜN ÇAĞLAR
Büyük müzisyen Müslüm Gürses’in ölümünün üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti. Hastaneye kaldırıldığı günden itibaren hastanenin önünden ayrılmayan, uyanmasını beklerken birlikte şarkılarını söyleyen, ona dair hatıralarını paylaşan, umudunu hep koruyan hayranlarının görüntüsü hâlâ hafızalarda. Türkiye kamuoyu, ‘Müslümcüler’ denince hep 90’lı yıllardaki Gülhane Parkı konserlerinde kendini jiletleyen hayranları hatırlasa da, Gürses’in sıkı hayranları bundan çok daha büyük bir kitleyi oluşturuyor. ‘Baba’nın sıkı hayranlarının hikâyesi 2013 yılında bir belgesele konu oldu. Yönetmenliğini Vuslat Saraçoğlu’nun yaptığı ‘Müslüm Baba’nın Evlatları’ adlı film, kendi aralarında müthiş bir ilişki ağı kuran, 7 Mayıs’ı ‘Dünya Müslümcüler Günü’ ilan edip her yıl kutlayan, o gün aralarında para toplayıp ona çeşitli hediyeler alan ve Gürses’in ölümünden sonra büyük bir travma yaşayan büyük bir aileyi konu alıyor. Bugün Beyoğlu Yeşilçam Sineması’nda vizyona giren belgeselin yönetmeni Saraçoğlu’yla ‘Müslüm Baba’ ve onun ‘evlatları’na dair konuştuk.
Siz de Müslüm Baba’nın bir evladı mısınız?
Hayır. Belgeselde bir Gürses hayranı şöyle diyor: “Müslüm Gürses dinlemek, ‘bana şu acımı hatırlattı, bu aşkımı yaşattı’ vs., öyle bir şey değil. Gürses dinleyen birinin bir şey düşünmesine de gerek yok yani. Bir insan susamışken nasıl su içmesi gerekiyorsa, Müslüm Gürses’i de dinlerken öyle şarj oluyor, rahatlıyor adam. Yani kolik haline gelmiş.” Bu his, müziğin de boyutlarını aşan bir bağlılığın göstergesi bence, yıllardır istikrarlı bir şekilde besleyip büyütülmüş bir ilişkinin sonucu... Bu durumda ben doğal olarak Müslümcü değilim. ‘Siz ne kadar dinliyorsunuz?’ diye soracak olursanız; bu çalışmalara başlamadan önce hemen hiç bilmiyordum. ‘Sensiz Olmaz’ı söyleyişinden çok etkileniyordum sadece. Belgesel sürecinde ise beş-on parçayla epey sıkı bir bağım oluştu.
Böyle bir belgesel çekmek nasıl aklınıza geldi?
Altı yıl önce, yüksek lisans yaparken müzik sosyolojisi çalışıyordum ve projelerimden biri Müslümcülerle ilgiliydi. Çalışmam sırasında Müslümcülüğün aşina olduğumuz hiçbir hayranlık kalıbıyla alakası olmadığını gördüm ve “Bunun mutlaka bir belgeseli yapılmalı” dedim. Bu düşüncem altı yıl içinde kaynadı gitti. Ara sıra aklıma geliyordu ama boyumu çok aşan bir iş olduğunu düşünüyor, cesaret edemiyordum. Müslüm Gürses’in hastalığının ilk dönemlerinde hayranlarının hastane önünde beklediklerini duydum haberlerden. ‘Bunları muhakkak kaydetmek lazım’ diye düşündüm ve bu şekilde işe girişmiş oldum. Sonra Müslüm Bey’in sağlık durumunun kötüye gitmesiyle süreç maalesef hızlandı ve ben belgeseli çeker halde buldum kendimi.
Arabesk’in bazı diğer büyük isimleri de ‘baba’ olarak anılıyorken, Gürses’in ‘baba’lığının özelliği neydi?
Gazeteci Şenay Aydemir’in belgeselde belirttiği gibi, “Birçok şarkıcının sonradan sahip olduğu sıfatlar popüler kültürün onlara yapıştırdığı sıfatlardır, halkın bizzat onlara yakıştırdığı sıfatlar değildir. ‘Kral’, ‘imparator’ vs. Orhan Gencebay’ın ‘baba’lığı da böyle. Ama Müslüm Gürses’inki bizzat alınmış bir tanımlamadır.” Gürses’e ‘baba’ denmesinin doğrudan bir sebebi de var: 90’lı yıllarda çıkan ‘Evlat’ şarkısı... “Sev bütün insanları, say bütün insanları, kin gütme unut gitsin, geçmişte olanları... Bir karıncayı bile incitme sakın evlat” şeklinde sözleri var. Bu öğüt içeren şarkının da çok sevilmesiyle ‘baba’ sıfatı iyice yerleşti yanılmıyorsam.
Gürses’in özel hayatı, belgeselden de anladığımız kadarıyla, hayranlarının ufak birkaç hatırası dışında pek bilinmiyor. Zaten belgeselde de Gürses’in özel hayatına dair bir şey göremedik. Bunun sebebi nedir? Belgesel için eşi Muhterem Hanım’la konuştunuz mu? Evet, özel hayatı pek bilinmiyor, çünkü Gürses pek bahsedilmesini istemezmiş. Benim belgeselde hayranlarının anlattığının dışında bir şeye yer vermememin sebebi ise çok farklı; çektiğim, ‘Müslüm Gürses’ belgeseli değil, ‘Müslüm Baba’nın Evlatları’, yani hayranlarının belgeseliydi. Biri biyografik, diğeri sosyolojik bir çalışma. Muhterem Hanım’la hayatı hakkında da konuşmadım, konuşsaydım biyografik olana kayardı. Benim için hayranlarının onun hakkında bildikleri, onu nasıl gördükleri ve nasıl görmek istedikleri önemliydi. |
Müslüm Gürses’in ortaya çıkıp parlamaya başladığı yılların Türkiye’si nasıl? Gürses, hangi şartların ürünü bir müzisyen?
Gürses, 70’li yıllarda parladı. Yükselişi, Arabesk’in yükselişinin bir parçası olarak, büyük şehirlere göç edip kentin Batı formlarına uyum sağlayamayan; ekonomik, sosyal ve sembolik şiddete maruz kalan insanların sığınma arayışlarıyla örtüşüyor olabilir. Bütün bu açıklamalar doğru olsa bile, Gürses’e duyulan bu sıradışı hayranlık durumunun kıyısını köşesini aydınlatmakta yetersiz kalıyorlar.
Belgeselde Gürses’in Teoman’ın şarkısını söylemeye başladıktan sonraki değişimine dair, hayranlarının çeşitli düşünceler içinde olduğunu öğreniyoruz. Kimi para için, kimi de devlet kendisini engellediği için böyle bir sürece girdiğini söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Benim Teoman’ın şarkılarını ya da farklı tarz şarkıları söylemesiyle bir sorunum yok ama rol aldığı reklamlar beni üzmüştü. Özellikle ‘İtirazım var bu sonsuz kadere’ şarkısının bir reklamda ‘İhtiyacım var şu uzun tatile, ihtiyacım var bir güzel perdeye. Yatak yorgan setine, o LCD TV’ye…’ şeklinde dönüştüğünü görünce neye uğradığımı şaşırmıştım. Ben de hayranları gibi, kendisinin bu işlere çok gönüllü olmadığını, başkaları tarafından yönlendirildiğini düşünüyorum. Aslında sadece düşünmüyorum, birçok kaynaktan da duydum bunu. Ama hayranları yine de “O bizim her şekilde babamızdır” diyor, ona çok kızmış olsalar da ondan bir türlü vazgeçemiyorlar, onu çoktan affetmişler.
Gürses, kamuoyunda hep kendini jiletleyen hayranlarıyla bilindi. Ama jiletle özdeşleşen bu hayranların, sevenlerinin içinde küçük bir grup olduğunu biliyoruz. Diğer hayranları da bu tür davranışları tasvip edilmiyor, değil mi?
Müslümcülük yıllar önce, benim gözlemleme fırsatımın olmadığı senelerde jiletle özdeşleşmiş ve jilet atmayla ölçülür olmuş. Oysa jilet atmayan, ayrıca bunu engellemeye çalışan da çok insan var. Benim jilet atan arkadaşlarla ilgili hiçbir olumsuz bakışım yok, yanlış anlaşılmasın, çünkü “Daha beter acıyan yerlerimin acısını unutmak için jilet atıyorum”, “Ben aslında kalbimi açığa çıkarıyorum” diyen birine yönelik bir yargı üretmek haddim değil. Ama Müslümcü gördüğü her yerde faça izi arayan zihniyette de bir artniyet arıyorum, çünkü insanlar sürekli ‘haber değeri taşıyan’ bir şeyler görmek istiyorlar. ‘Müslümcü’ deyince, ateş başında, saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı yırtık, her tarafı jilet yarası olan bir insanı görme beklentisi içindeler. Onlardan ‘farklı’ olanı acısız, tehlikesiz şekilde dikizlemek istiyorlar gibime geliyor. Ama bu da, hiç jilet atmamış, ‘su içer gibi’ Müslüm Gürses dinlemiş, onun hayat görüşünü rehber edinmiş, onun yeni dönem ‘açılım’larına çok içerlediği halde ondan vazgeçememiş insanlara haksızlık oluyor. İnsanlar Müslümcülerde bir ölçüsüzlük görmeye çalışıyor. Böyle bakınca da, Müslümcülerin, duyanları çok şaşırtan bir sürü ayrıksı yönü ıskalanmış oluyor. Kafasındaki ‘jiletçi’ imgesine takılıp kalmış birinin, ‘Dünya Müslümcüler Günü’ diye bir gün olduğunu ve o gün aralarında para toplayarak Müslüm Gürses’e doğum günü hediyesi alan bir hayran grubunun olduğunu hayal etmesi zor.
Belgesel Gürses’in defninden görüntülerle sona eriyor. Gürses’in hayranları acaba şu an nasıl bir hayat yaşıyor, cenaze töreni sırasında yaşadıkları travmayı atlatabildiler mi?
Benim gözlemlediğim herkes farklı bir tepki veriyor; kimi biraz daha atlatmış durumda, kimi gittiğine hâlâ inanmıyor, kimi eninde sonunda yanına gideceğini düşünüp mutlu oluyor. Müslüm Gürses adına açılmış sayfalar ve siteler var. Hislerini oradan paylaşıyorlar. Bazılarının bayramlarda, tatillerde buluştuklarını da biliyorum. Genel olarak şarkılarıyla avunmaya çalışıyorlar sanırım.