Dünyaca ünlü caz piyanisti Tigran Hamasyan, gelecek yıl Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki kiliselerde konserler vermeye hazırlanıyor. Aile tarafı Karslı olan Hamasyan’ın hayali Ani’ye, Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi’ne, Van’ın Ahtamar’ına, İstanbul’daki kiliselere, Ermenice şarkılarla can vermek.
MARAL DİNK
maraldink@agos.com.tr
FOTOĞRAF: BERGE ARABIAN
Dünyaca ünlü caz piyanisti Tigran Hamasyan, gelecek yıl Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki kiliselerde konserler vermeye hazırlanıyor. Aile tarafı Karslı olan Hamasyan’ın hayali Ani’ye, Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi’ne, Van’ın Ahtamar’ına, İstanbul’daki kiliselere, Ermenice şarkılarla can vermek. 2006 yılında, caz dünyasının en prestijli ödülü ‘Thelonious Monk’u kazanan 26 yaşındaki büyük yetenek Hamasyan’la, konser görüşmeleri için geldiği İstanbul’da görüştük.
-
Hayatın ve sanatın Gümrü’de başlıyor, değil mi?
Gümrü’de doğdum. Üç farklı müzik okuluna gittim. 10 yıl klasik müzik eğitimi aldım. Ben 16 yaşındayken ABD’ye göç edip Los Angeles’a yerleştik. Babam rock müzik, amcam caz hayranıydı. Babamın Deep Purple, Queen, Led Zeppelin koleksiyonlarıyla büyüdüm. Çok çeşitli müzikler içinde yetiştim. Caz piyanosu eğitimi aldım. Vahakn Hayrabetyan öğretmenim oldu. Daha sonra tek başımaydım. Yazdım, besteledim.
-
Gümrü’de nasıl bir hayatınız vardı?
Sadece İstanbul’da değil, Kars’ta Ani’de, Van’da Ahtamar’da, Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi’nde, en az yedi farklı yerde Ermenice şarkılar çalmak istiyorum.Bu kiliselere can vermek, eskiden capcanlı olan halklara, kültürlere ruh vermek istiyorum. |
Ağır... Ailemle çok büyük zorluk çektik. Ben 1987’de doğdum, bir yıl sonra savaş başladı. Deprem oldu. Sovyetler dağıldı. Çok zor yıllar başladı. Işığımız, yakacağımız yoktu. Babam sabah 5’te kalkar, ekmek kuyruğuna girerdi. Benden beş yaş küçük bir kardeşim var. O da sanatçı. Babam kuyumcu, annem ise giysi tasarımcısı ama kendi işine devam edemedi. O günler hem hayatımı, hem sanatımı şekillendirdi. Sadece Gümrü’deki değil, Yerevan’daki yıllarım da öyleydi.
-
Piyanoyla ne zaman tanıştın?
Müzisyen olsun olmasın, Ermenistan’da herkesin evinde piyano vardır, her harekete müzik eşlik eder, herkes şarkı söyler. Ben büyükbabamın evinde büyüdüm. Üç yaşında notalara dokunmaya başladım, bir yıl sonra ise artık şarkı çalıyordum. Ben 10 yaşındayken Yerevan’a taşındık. Orada çeşitli festivallere katıldım, konserler verdim. Birkaç grupta söylüyordum. Dokuz yaşındayken sahneye çıktım ve Beatles’tan bir şarkı söyledim. Sonra ailecek ABD’ye göç ettik. Babam orada kendimi daha çok geliştirebileceğimi düşündü. Ermenistan’da caz yaygın değildi. Zenginseniz çocuklarınızı müziğe yönlendirebilirsiniz, ama yoksul bir aile için bu gerçekten çok zor. Bu nedenle, bazı yetenekli müzisyenler, yan işler de yapıyor.
-
Bir yıldır Yerevan’da yaşıyorsun. Ermenistan’a neden döndün?
Çünkü orası bana daha çok ev hissi veriyor, orada kendimi daha mutlu hissediyorum. Sadece kültürle ilgili bir şey değil bu. Orada ruhsal zenginlik içindeyim. Ermenistan, kendimi dünyayla en çok bağlantıda hissettiğim yer. Ailem Los Angeles’ta. Yılda iki kez gidiyorum yanlarına.
-
Ailen Yerevanlı mı?
Hem annemin, hem de babamın ailesi Karslı. 1915’ten sonra Gümrü’ye gelmişler. Soykırımdan nasıl kurtulduklarını öğrendiğimde daha çocuktum. Babamın dedesi ve büyükannesi Gümrü’de, yetimhanede tanışmış. Büyükannesinin iki kardeşi ABD’ye gönderilmiş. Onlardan hiç haber almadık.
-
Politika ile sanat arasında nasıl bir ilişki olmalı sence?
Politikayı, sanata ve müziğe karıştırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Politika sanatı etkileyebilir ama ilham vermemeli. Bence sanat aşktan ve yine sanattan etkilenmeli. Genel anlamda politikadan etkilenerek müzik yaptığım zamanlar oldu ama bunun derinlikli bir şey yaratmamı sağlamadığını fark ettim ve o noktadan kısa süre sonra uzaklaştım. Kültürümü ve kimliğimi müziğimle, yorumladığım Ermeni halk şarkılarıyla temsil ediyorum.
-
Bir cazcı için geleneksel şarkıları yorumlamak güç değil mi?
Ermeni halk müziğini 13-14 yaşındayken keşfettim. Başlarda yorumlarım çok kötüydü, düzenlemeler de yüzeysel kaldı. Binlerce yıllık bir kültürü taşıyan müziğin derinine inmek kolay değil. Halk müziğinin ne olduğunu anlamak için çok çabaladım ve keşfettiğimde çok sevdim, o kapıyı açıp içeri girdim. Dili öğrenir gibi müziği öğrendim. Dil kanımdaydı. Sadece duyguyu dürtmek, uyandırmak gerekiyordu.
-
Hafızanda çocukken dinlediğin ninniler var mıydı?
Benim ninnilerim, Black Sabbath şarkılarıydı. Ermenice ninnileri öğrendiğimde, artık çocuk değildim.
- Anadilinde müzik yapmak sana ne hissettiriyor?
Dil her şeyden önemli. Dil, kültür demek. İnsanların dilin korunmasını umursamadığını görmek üzücü. Yeni bir dil öğrenmek çok heyecan verici ama anadilini kaybedersen yazık olur. Bu köklerden geliyorsun. Bedros Turyan’ı anadilinde okumak kadar heyecan verici bir şey olabilir mi? Bu sıra Turyan’ı, Çarents’i okuyorum, aklım çıkıyor. Sözsüz, sadece melodilerden oluşan bir albüm hazırlıyorum. En büyük ilham kaynağım, onların şiirleri.
-
Son albümün ‘Shadow Theater’ın (gölge tiyatrosu) adı nereden geliyor?
İnsanların gölge tiyatrosunu, kendilerine ve hayata dair bir şey anlamak için izlerler. Sahnede sadece gölgeler var, renkler yok. Sahte bir şeyin içinden gerçeği anlama fikrini seviyorum. Gölgeler birçok gerçeği barındırıyor. Albümü dinleyenler, şarkıların ardındaki hikâyeleri kendileri keşfetsin istedim, bunu onların hayal gücüne bıraktım. Geleneksel Ermeni gölge oyunları da bana ilham verdi. Yerevan’da bu işi yapan arkadaşlarım var. Albümü kaydettikten sonra onlarla görüştüm. Bir kulüpte onlar gölge oyunu yaptı, sonra birkaç şarkıda beraber doğaçlama yaptık. İnanılmazdı.
-
Doğaçlama yaparken nelerden ilham alıyorsun?
Doğaçlama yapmak, düşünmekle, hayal etmekle değil, kendin olmakla ilgili. Müziği müziksiz açıklamak imkânsız. Bedenin, ruhun, aklın müzikte olmalı. Bunların tümü, bir denge içinde, doğaçlamayı doğuruyor.
-
İstanbul’a ilk olarak ne zaman geldin? Burada neler hissettin?
2012’de, bir festival için geldim. Tunuslu müzisyen Dhafer Youssef’le çaldım. Politik propaganda kafamı karıştırıyordu. Dürüst olmak gerekirse, bir an önce buradan ayrılmalıyım diye düşündüm. Kimseyle konuşmak istemedim. Ancak insanlarla tanıştıkça, kültürlerin nasıl iç içe olduğunu fark ettim ve kendimi daha farklı hissetmeye başladım. İstanbul, bir arada olma, yaşama, iletişim kurma imkânı veren bir kent. Fakat tabii ki, buradaki Türk milliyetçiliğini, dini propagandayı da görüyorum. Türkiye’deki Ermeniler bu topraklara zarar vermediler; tam tersine, inşa ettiler, yaptılar, kurdular. Van, Kars gibi, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere bakın. Oralardaki yapıları, kültürü koruyacaklarına, övüneceklerine, Ermeniler yapmış diye yıkmaya çalışıyorlar. Bir halkı, bir kültürü yok etmek... Kendilerini dindar olarak nitelendiriyorlar ama Tanrı’nın karşısına nasıl çıkacaklar, bilmiyorum. Köklerimin olduğu topraklarda kendimden bir iz görememek üzücü. Köklerime dönmek, oralarda konser vermek istiyorum.
-
Türkiye’den dinlediğin ve beğendiğin müzisyenler var mı?
Hüsnü Şenlendirici ve Erkan Oğur’u biliyorum. Mısırlı Ahmet’le çaldım.
-
Türkiye’de ne zaman konser vereceksin?
Gelecek yıl. Anadolu Kültür’le ve Patrikhane’yle görüştüm. Sadece İstanbul’da değil, Kars’ta Ani’de, Van’da Ahtamar’da, Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi’nde, en az yedi farklı yerde Ermenice şarkılar çalmak istiyorum. Bu kiliselere can vermek, eskiden capcanlı olan halklara, kültürlere ruh vermek istiyorum. Bu benim için aynı zamanda kişisel bir yolculuk olacak.
-
Agos okurlarına ne söylemek istersin?
Dile sahip çıkılmalı. Ermenice okumak, yazmak ve konuşmak çok önemli. Dili kaybetmek, kimliği kaybetmek olur. Bir de, buradaki Ermenilerle daha çok iletişimimiz olsun istiyorum. Ermenistan Sovyetler’e bağlıydı; sizler Türkiye devletinde yaşıyorsunuz. Farklı yetiştik, farklı kültürlerden etkilendik. ‘Diaspora’ kelimesi bile benim canımı acıtıyor. Diaspora neden var? Kendi ülkemizde olamadığımız için... Ancak bunlar sorun değil. Hepimiz biriz, köklerimiz bir. Daha sık buluşmalı, daha derin bağlar kurmalıyız. Her şeye politik çerçeveden bakmak yanlış. Politikayla ölmeyeceğiz nihayetinde. Sona gelindiğinde, önemli olan, birbirimizi ne kadar anladığımız olacak.
Serj Tankian’la düet
“System of a Down hayranıydım. Serj Tankian da Los Angeles’ta yaşıyor. O çevrede herkes birbirini tanır. Bir deneysel caz albümü yapmak istedi. Beni biliyordu, aradı. Birkaç şarkıda birlikte çaldık. Albümde Gomidas’tan da bir eser olmasını istiyorduk, ‘Garuna’yı seçtik. O şarkıda Tankian’ın vokaline piyanoyla eşlik ediyorum.”