Orada bir ‘ağrı’ var uzakta

1915'te benim doğduğum topraklarda yaşayan Ermenilerin öldürülmeleri, yerlerinden edilmeleri, tecavüze uğramaları, kılıçtan geçirilmeleri demek olduğunu çok çok sonra, 20'li yaşlarımın ortalarında ancak öğrenebildim. O dilsizlik ve sessizlikle büyüyenler bizleri de buna ortak ettiler. Kendi omuzlarındaki o ağır taşı hiç utanmadan ve çekinmeden bizlerin omuzlarına yüklediler ve bizler de dilsiz kaldık...

 

BAWER ÇAKIR  
bawerinadresi@gmail.com

Ararat'ın bu yanında büyümüş biri olarak o dağa baktığımda ardında bu kadar acının, hasretin ve trajedinin yaşandığını bilmiyordum.

1915'in üzerini yalanlarla örtmüş bu ülkenin necip vatandaşlarından biri olan ailem ne çocukluğumuzda ne de büyüdüğümüzde bize üzerine basıp geçtikleri bu topraklarda neler olduğunu hiç anlatmamışlardı. Sadece onlar da değil elbette. Gerçekleri halının altına süpüren ancak adını anmadıkları Ermenilerin soykırım sırasında kaçarken geride bıraktıklarını, altınlarını arayanlar da çocuklarını kendi büründükleri sessizliğe ortak ettiler. Bizim oralarda ebeveynlik demek çocuklarına da o sessizliği miras bırakmak demekti.

‘Kimin altınları’

Sisli çocukluk anılarından biri... Yazları Tatvan'da ‘deniz’e girmek için Van Gölü'ne giderdik. Ancak sahilde işletme olduğu için su eskisi kadar temiz değildi. Bu nedenle dayım kuzenimle beni alır, Ahlat'a doğru sürerdi arabayı. Bir gün, yine Ahlat'a doğru giderken yolun kenarında toprağı kazan kalabalık bir erkek grubu gördüm. 'Dayı ne yapıyorlar bu adamlar?'   Dayım önce adamlara, ardından bana baktı ve 'altın arıyorlar' dedi. Çocukluk merakı, duramadım tabii: 'Kimin altınları?'. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra bir kez daha suratıma bakan dayım hiçbir şey söylemeden arabayı sürmeye devam etti. 

İste o sessizliğin 1915'te benim doğduğum topraklarda yaşayan Ermenilerin öldürülmeleri, yerlerinden edilmeleri, tecavüze uğramaları, kılıçtan geçirilmeleri demek olduğunu çok çok sonra, 20'li yaşlarımın ortalarında ancak öğrenebildim. O dilsizlik ve sessizlikle büyüyenler bizleri de buna ortak ettiler. Kendi omuzlarındaki o ağır taşı hiç utanmadan ve çekinmeden bizlerin omuzlarına yüklediler ve bizler de dilsiz kaldık. Sonra o ‘ağrı’ büyüdü... büyüdü... büyüdü ve yer yarılsa da içine girsek dediğimiz bir utanca dondu.

Bu satırları Yerevan'dan yazıyorum. Nedeni ise balkona her çıktığımda, sokakta her yürüdüğümde, markette, manavda, barda, lokantada gördüğüm Ararat... İran sınırını geçip Agarak'tan Yerevan'a doğru yola çıktığımızda arabayı kullanan şoför yola çıkar çıkmaz play tuşuna bastı ve Arto Tuncboyacıyan'ın Ararat'ı çalmaya başladı.

Sekiz saatlik yol boyunca kaç kere dinledik bilmiyorum ancak en tuhafı Ararat'ın yanından geçerken dinlediklerimizdi. Tek kelime bilmeyen şoför ile neredeyse yol boyunca hiç konuşmadık ancak şarkıya ikimiz birlikte eşlik ettik. Türkiyeli olduğumu bilmiyordu, ben de söyleyemedim. Ama bazı anlarda gözlerime baktı ve niyeyse ona yalan söylediğimden emin gibiydi (ya da ben utancımdan böyle düşünüyorum). Buna rağmen yola devam ettik. Hiçbir tatsız an yaşamadan, birlikte şarkıyı söyleyerek…

Her yerde Ararat

Yerevan'a varınca Ararat'ın her yerde olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. İçtiğiniz suda, konyakta, yediğiniz peynirin paketinde, gittiğiniz barda, lokantada, pazardaki hediyelik eşyaların üzerinde... Ve en çok da insanların yüzlerinde... Ararat her yerde ve Ermenistan'daki insanlar için bir dağdan da öte... Ararat herkes için çoktan coğrafi sınırları aşmış. Bu dağa her gün bakan Ermenilerin gördüğü sürüldükleri vatanları ve geride bırakmak zorunda kaldıkları.

Türklerin tarih boyunca yaptıkları üç beş ‘doğru’dan biri belki de Ararat'a ‘ağrı’ demek olmuş. Çünkü burada ve orada bir dağ var. Dedikleri gibi bir 'agri'... Taşıması, kaldırması, barışması, konuşması çok zor bir ağrı...

Kategoriler

Güncel Gündem

Etiketler

aarat