Siyaset bilimci İhsan Yılmaz, AK Parti-Gülen Cemaati gerilimi açısından seçimleri değerlendirdi.
İHSAN YILMAZ
Tayyip Erdoğan’ın muazzam medya gücüyle oluşturmaya çalıştığı algının aksine, seçim öncesi mücadele AKP ile Hizmet Hareketi (ve onun sözde asıl yönlendireni dış mihraklar) arasındaki bir mücadele değildi. Çatışma, Erdoğan’ın tek adamlık hevesleri ve gidişatı ile Türkiye demokrasisi arasındaydı. Mesele, yolsuzluk iddialarının da çok ötesindeydi. Zira, tüm bu gerilimler ve tek adamlık temayülleri yolsuzluk iddialarıyla başlamamıştı.
Üç önemli gelişme
Bugünden geriye bakıldığında şunu söyleyebiliriz: 2011-2012’ye kadar Erdoğan, AB sürecini, demokratikleşmeyi, reformları vs Kemalist bürokratik oligarşiye karşı bir manivela olarak kullandı ve kendi yolunu açtı, bürokratik oligarşiyi ve askeri vesayeti geriletti. Kendi gücünü de konsolide etti. 2010’dan itibaren, Erdoğan’ın anti-demokratik eğilimlerini ortaya döken üç önemli gelişme oldu. Birincisi, 2011 referandumuyla birlikte Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yapısı değişti ve siyasal İslamcıların her partisini kapatmış ve AKP’yi kapatmasına ramak kalmış AYM’nin parti kapatmasının artık imkânsız hale gelmesi nedeniyle, Erdoğan’ı frenleyen en önemli faktörlerden birisi yok oldu. İkincisi, Ergenekon ve Balyoz yargılamalarıyla, Erdoğan’ın ikinci en önemli korkusu olan darbe ihtimali de büyük ölçüde ortadan kalktı. Üçüncüsü, üçüncü dönemi olmasına rağmen, Erdoğan tarihi bir rekorla oylarını arttırarak yüzde 50 oy aldı ve gelecek 10 yılda muhalefetin alternatif olma ihtimali görülmüyordu.
Sonuçta Erdoğan, Türkiye’nin AB sürecini sabote eden ve Türkiye’yi aşağılayan Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin zamanında bile yapılmayan bir şekilde, AB sürecini iyice savsakladı. AKP’nin önde gelen isimlerinden Burhan Kuzu, canlı yayında AB İlerleme Raporu’nu çöpe attı. Erdoğan, sıklıkla AB’ye alternatif olarak Şangay Beşlisi’ni dile getirmeye başladı. Başkanlık sistemi tartışmaları gündeme getirildi ve ABD Başkanı’na hitaben Burhan Kuzu, “Zavallı Obama” dedi. Gerekçesi ise Obama’nın ABD Kongresi’yle istişare yaparak hareket etme zorunluluğuydu. Başbakan’ın başdanışmanı Yiğit Bulut, “Dünyada iki buçuk lider var: Biri Erdoğan, biri Putin, yarım olanı da Obama” dedi. AKP’nin meclise verdiği başkanlık sistemi teklifi, yasama ve yargıyı başkanın kontrolüne veren tek adam sistemini öneriyordu.
Bu süreçte, medya farklı metotlarla Erdoğan’ın kontrolüne girdi. Muhalefet iyice cılızlaştı ve ağırlıklı olarak sosyal medyaya kaydı. Bu havuç ve sopa taktiklerinden etkilenmeyen çok az grup kalmıştı. Bunların içinde en etkin olan, doğrudan AKP’nin seçmenine hitap ettiği için tehlikeli görülen Hizmet Hareketi’nin medyasıydı. Çünkü ne vergi sorunu, ne de devletle ihale işleri vardı. Bağımsız ve objektif olabiliyorlardı. Erdoğan, Hizmet’in dershanelerini kapatma tehdidiyle, bu medya grubuna boyun eğdirmek istedi ve beklemediği şekilde Hizmet’in hakkını hukukunu savunduğunu gördü. Bu onu daha da öfkelendirdi. Hizmeti, şeytanlaştırmaya başladı. Ayrıca, benim “Küçük Emrah Sendromu” dediğim, kendini seçmenine mağdur ve mazlum gösterme taktiğiyle (ki bunu Gezi’de de başarı ile uygulamış ve seçmenini ikna etmişti), Hizmet’in Erdoğan’ın içerideki ve dış politikadaki başarılarını kıskanan dış mihrakların içerideki uzantısı olarak kendisine darbe yaptığını her gün defalarca tekrarladı ve anlaşılan o ki seçmenini ikna etti.
Oylar iniş trendinde
AKP’nin seçim başarısı, bir Pirus zaferidir. Ülke olağanüstü kutuplaştı ve artık yönetilmez hale geldi. Seçmenin yüzde 55-57’si Erdoğan’dan nefret ediyor. Erdoğan’ın önündeki tek seçenek giderek daha fazla otoriterleşme. Ayrıca, oyları artık iniş trendinde. 2011’deki oy oranı yüzde 50’ydi. Yani yüzde 7 oy kaybı var. Yolsuzluğu dert etmeyip, ekonomi ve istikrarı tercih eden yüzde 43’ü memnun etmesi için ise önümüzdeki dönemde ekonomik harikalar yaratması gerekecek, çünkü iç ve dış dinamikler günümüz itibariyle Türkiye ekonomisinin aleyhinde bir seyir izliyor.