Zirve’yle Hıristiyanlar bir kez daha mahkûm edildi

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, tutukluluk süresini 5 yıla indiren yasayı onaylamasının ardından Malatya Zirve Yayınevi Davası’nın 5 sanığı da tahliye edildi. Hıristiyanların boğazını kesen katillerin serbest bırakılmasını değerlendiren Foti Benlisoy, “İslamcısı, ülkücüsü, ulusalcısı iş misyonerlik olunca aralarındaki rekabet ve ihtilafı bırakıp ‘Türklüğe halel gelmesin’ diye canhıraş milli bir kutsal ittifak kurarlar” diyor.

FOTİ BENLİSOY

Hatırlayanlar olacaktır, Hrant Dink suikastı davasından çıkan karar hakkındaki yorumu sorulduğunda Abdullah Gül, “Türkiye’de hukukun karşısında herkesin eşit olduğunu, yabancı şirketlere karşı da yabancı uyruklu insanlara da hep eşit davranmış bir ülke olduğumuzu göstermemiz lazım” deyivermişti. Erdoğan’ın “Çocuklarıma helal lokma yedirmedim” sözü ne kadar dil sürçmesi ise, Gül’ün Dink davası hakkındaki ‘yabancı şirket ve yabancı uyruklu insan’ vurgusu da o kadar dil sürçmesi sayılabilir elbet. 

Zaten aslında ortada bireysel bir ‘lapsus’ durumu yok. Türkiye’de gayrimüslim toplulukların ‘yabancılığı’, devletin resmi metinlerinde çoktan yerini almış durumda. Yargıtay 4. Ceza Dairesi öyle 1940’larda, ‘CeHaPe’ döneminde filan değil, 2007 yılında patrikhaneyle ilgili bir davada şu ifadeyi kullanabiliyor mesela: “Egemen bir devletin kendi topraklarında yaşayan azınlıklara kendi vatandaşlarından farklı bir hukuk uygulayarak çoğunluğa dahi tanımadığı birtakım ayrıcalıkları tanımak suretiyle özel bir statü vermesi, anayasanın 10. maddesinde gösterilen eşitlik ilkesine açıkça aykırılık oluşturacağından kabul edilemez.” (Laf kalabalığını sadeleştirip o kısmı tekrar okuyalım isterseniz: “Egemen bir devletin kendi topraklarında yaşayan azınlıklara kendi vatandaşlarından farklı”). Yani bir yanda vatandaşlar, diğer yanda da (belli ki imtiyazlar, özel statüler falan isteyen) gayrivatandaş azınlıklar var (Gül’ün piyasacı hassasiyetiyle dillendirdiği ‘yabancı şirketler’ kısmını şimdilik atlayalım).

İslamcısı, ülkücüsü, ulusalcısı iş misyonerlik olunca aralarındaki rekabet ve ihtilafı bırakıp ‘Türklüğe halel gelmesin’ diye canhıraş milli bir kutsal ittifak kurarlar.

Ceza kanununda tanımlı bir suç falan olmasa da misyonerlik devlet katında bir ulusal güvenlik meselesi olarak değerlendirilir.

Ancak beterin beteri de var. Türk milliyetçiliği nazarında azınlıklardan daha ‘yabancı’, öyle olduğu için de daha ‘sinsi’ ve tehlikeli bir şey varsa o da misyonerliktir. Misyonerlik hiç değilse ta Abdülhamid devrinden beri milli bütünlüğe ve devletin âli çıkarlarına karşı hem resmi hem de popüler düzeyde bir tehdit olarak görülür. Çünkü misyonerlik yoluyla Türklerin muhtemel Hıristiyanlaşması, onların milli seciyelerinin bozulması, milli bütünden kopmaları tehlikesi olarak değerlendirilir. Türkiye’deki hâkim milli kimlik tanımı çerçevesinde Müslüman olmak, Türk olmanın önkoşullarından biridir. İslamiyet ulusal kültür ve dayanışmanın kurucu bir bileşeni olarak tanımlanır. Hamdullah Suphi’nin deyimiyle, “Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisi taşıyan herkes Türk’tür.” Ziya Gökalp, Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu vesaireden bugüne bu hemen hemen hiç değişmemiştir.

Bu zaviyeden bakıldığında ‘gayrimüslim Türkler’, eninde sonunda milli kimliklerini yitirmeye, ‘Türk mefkûresinden’ uzaklaşmaya mahkûmdurlar. Türklük ile gayrimüslim olmak telif edilemez. İşte her renkten milliyetçiler nazarında misyonerliğe karşı duyulan öfke ve tiksintinin nedeni, onların Türkleri Hıristiyanlaştırarak Türk olmaktan çıkarmaları korkusuna dayanır. Türklerin dinlerini değiştirmeleri yönündeki bireysel ya da kolektif her girişim, milli bütüne karşı muhakkak defedilmesi gereken bir saldırı olarak tanımlanır. Bu tehdit, misyonerliğin tescilli yabancılığıyla birlikte bölünme kaygısını, Türk ulusal kimliğinin iliklerine işlemiş o ‘kartografik endişeyi’ kışkırtır.

Üstelik bu tehdit algısı siyasal yelpazenin hemen hemen tamamına sirayet etmiştir. Milliyetçiliğin sağ-‘sol’ bütün versiyonlarında misyonerliğin ‘bozucu’, milli bünyeyi içeriden ‘çürüten’ etkisinden ürkülür. Kimi misyonerliği emperyalizmle özdeşleştirir, kimi ‘Haçlı zihniyeti’ ile. Zenofobinin her türü için ‘misyoner faaliyetleri’ elverişli bir milli teyakkuz vesilesidir. Aydınlık’la Akit ya da Aksiyon’un bu hususta aynı ya da benzer başlığı attığını pekâlâ görebilirsiniz. İslamcısı, ülkücüsü, ulusalcısı iş misyonerlik olunca aralarındaki rekabet ve ihtilafı bırakıp ‘Türklüğe halel gelmesin’ diye canhıraş milli bir kutsal ittifak kurarlar. Ceza kanununda tanımlı bir suç falan olmasa da misyonerlik devlet katında bir ulusal güvenlik meselesi olarak değerlendirilir. Bu ‘tehdit’, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan emniyete, ordudan MİT’e devletin tüm kurumlarını seferber eder. ‘Apartman altı kiliseler’ ve burada ‘beyni yıkanan’ gençler ‘laik’ devletin zirvesini ciddi ciddi meşgul eder.  

Zirve katliamı, işte bu nedenle (İsmail Saymaz’ın isabetli deyişiyle) bir ‘milli mutabakat cinayeti’ idi. Devletin farklı ve çatışan kurum ve kanatları misyonerliğin milli bedenden atılması gereken bir zehir olduğu fikrinde zaten çoktan, yüzyılı aşkın bir süredir müttefikti. Onlar fikirde değil, sadece hedefte anlaşmazlığa düştüler. Kimileri hükümeti istikrarsızlaştırmak-devirmek için kimileri de hükümeti devirmek isteyenleri devirmek için bu korkunç katliamı kullandılar. Bu cinai mutabakat karşısında gayrimüslimlerin kaderine düşense bir kez daha, Arat Dink’in deyimiyle, ya ‘av’ ya da ‘yem’ olmaktı. İşte boğazları kesilen Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel, kimi devletlûlar için av, kimileri için de yem işlevi gördüler. Onların bedenlerinden ayrılan başları rakip siyasal projeler uğruna hunharca kullanıldı. Sonra? Sonra bugün gazeteler Zirve katliamı sanıklarının salıverilmesinin gayrimüslimler arasında tedirginliğe sebep olduğunu yazdılar. Tüm hayatlarını zaten ‘güvercin tedirginliği’ içerisinde geçirmeye mahkûm edilmiş bu insanların cephesinde yeni bir şey yok yani.

Kategoriler

Güncel Azınlıklar