Zabel Yesayan’ın ‘Yıkıntılar Arasında’ (Averagnerun Meç) adlı başyapıtı Aras Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. Kitap, 1909 Adana katliamı üzerine yazılmış eserlerin en çok bilineni… Yesayan, Nisan 1909’da gerçekleşen katliam sonrasında İstanbul Ermeni Patrikliği tarafından bölgeye yollanan ikinci heyetin bir üyesi olarak aynı yılın Temmuz-Eylül aylarını bölgede geçirmişti.
FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr
Zabel Yesayan’ın ‘Yıkıntılar Arasında’ (Averagnerun Meç) adlı başyapıtı Aras Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. Kitap, 1909 Adana katliamı üzerine yazılmış eserlerin en çok bilineni… Yesayan, Nisan 1909’da gerçekleşen katliam sonrasında İstanbul Ermeni Patrikliği tarafından bölgeye yollanan ikinci heyetin bir üyesi olarak aynı yılın Temmuz-Eylül aylarını bölgede geçirmişti. Görevi, katliamdan sonra ortada kalan yetimleri toplamak ve Ermeni toplumunun gözetiminde hizmet görecek bir yetimhane kurmaktı ama bunu başaramadan, bitkin ve ümitsiz olarak İstanbul’a dönmüştü. Döndüğünde yazdığı ilk tepkisel makaleleri, günlük Azadamard (Özgürlük Mücadelesi) gazetesinde yayımlamıştı. ‘Yıkıntılar Arasında’ ise Mayıs 1911’de basıldı.
Bu sayfalarda, kitabın Türkçe baskısında yer alan, Yesayan’ın bu kitabı yazarken sahip olduğu zihniyet yapısını, dünya görüşünü ve geleceğe dair umutlarını ve beklentilerini anlatan Marc Nichanian’ın yazığı önsözden bir bölümün yanı sıra Teotig’in 1910 yıllığında yer alan katliamın kronolojik özetini ve dönemin Osmanlı Mebusu Hagop Babigyan’ın katliamla ilgili olarak Osmanlı Meclisi’ne sunmak üzere hazırladığı ama ancak Babigyan’ın ölümünden üç yıl sonra kamuoyuna açıklanan rapordan bir bölüm yer alıyor. Kitaptan alıntıladığımız bölüm ise Yesayan’ın bu korkunç katliama rağmen izlenimlerinin kendi deyimiyle, “milliyetçi önyargılar, geleneksel intikam duyguları veya herhangi ırksal nefret tepkisiyle sivriltilmiş olmadığını” ortaya koyan en çarpıcı örneklerden biri niteliğini taşıyor.
Kitabın yazarı Zabel Yesayan, 1909 Adana katliamının hayatta kalan mağdurlarının, ya da bir başka deyişle pek çok Ermeni’nin kaderine ortak bir hayat yaşadı. Üsküdar’da 1878’de doğan Yesayan’ın, 1895’te ilk edebi eseri Yerk ar Kişer (Geceye Şarkı) yayımlandı. Aynı yıl Paris’e gidip Sorbonne’da edebiyat ve felsefe derslerini takip eden Yesayan 1900’de ressam Dikran Yesayan ile evlendi. İstanbul’a 1908’de Meşrutiyet ilan edilince dönen Yesayan, Meşrutiyet’in ilk yıllarında pek çok öykü, deneme ve roman yazdı. Dönemin önde gelen kadın hakları savunucularından biri olan Yesayan, 24 Nisan 1915’te, Ermeni aydınlarının çıkarıldığı ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak kurtuldu; bir süre Bulgaristan’da kaldıktan sonra Bakü’ye geçti. 1917-1921 arasında Ermeni mülteci ve yetimleri için örgütlenen yardım faaliyetlerine katıldı. 1921’de Paris’e döndü ve Yerevan dergisinde çalıştı. 1933’te Yerevan’a göç etti. Yerevan Devlet Üniversitesi’nde edebiyat dersleri verdi. 1934’te Ermenistan Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulu üyesi oldu. 1937’de Stalin kovuşturmaları sırasında casuslukla suçlanıp tutuklandı ve Sibirya’ya sürüldü. Nerede ve ne zaman öldüğü kesin olarak bilinmiyor.
Kevork Bardakjian, ‘Modern Ermeni Edebiyatı’ adlı eserinde Zabel Yesayan ve ‘Yıkıntılar Arasında’ için şöyle der: “Yesayan’ın en büyük zaferi belki de halkının bu zorluklara karşı gösterdiği olağanüstü dirençten aldığı iyimserliktir; korku dolu anlatısını bu iyimserlikle aydınlatır.”
Umarız, yayımlandıktan ancak 103 yıl sonra Türkçede yayımlanabilen ‘Yıkıntılar Arasında’, günümüzde de Bardakjian’ın dediği biçimde okuyucusuna aynı iyimserliği hissettirebilir.
Marc Nichanian’ın önsözünden
Yesayan, Türk yurttaşlarının, kurbanın insan olduğunu duyup kavradıkları zaman, kurbanın kendileri için, kendi özgürlüklerini sağlamak için öldüğünü anlamış olacaklarına da inanıyor. Dolaysız bir ifadeyle söylemek gerekirse, Yesayan, Felakete bir anlam yüklemek istiyor; tüm o ölümlere, o müthiş anlamsız ölümlere bir anlam kazandırmak ve tabii böylece, yazdıklarını ve yazma edimini aynı zamanda kendisi için gerekçelendirebilmek istiyor. Çünkü anlam yitiminin olduğu yerde çılgınlığın tehdidi söz konusudur. Evet, dünyanın dört bir yanında ölüme anlam katan şey yasın kendisidir. Ancak Felaket karşısında tam da tersi söz konusudur; yası olanaklı kılmak için bir anlam gerekir. Öyle ki Yesayan, o kana bulanmış varlıklar ‘vatan’ adına kurban edildiler, diyor. Yani, herkesin özgür ve eşit haklara sahip olacağı, efendi ve tebaa değil, herkesin yurttaş olacağı yeni bir vatan için. (…)
(…)1910’da Ermenilerin rüyası, çağdaş anlamıyla yurttaşlığın, ırkçı düşünce üzerine kurulu devlet sisteminin yerine geçmesiydi. Alışılagelmiş kin veya milliyetçilik içeren söylemler değildir yazarı harekete geçiren. Giligya felaketi ırksal bir nefretin ifadesinden başka bir şey değildi; dolayısıyla imparatorluğu antidemokratik bir düzeyde tutma arzusunun dışavurumuydu; yurttaşlara yer olmayan, sadece tebaa ve ırksal aidiyetlerin bulunduğu bir imparatorluk arzusu. Bugün kendisi, diktatörlüğün (geçmiş ve gelecekteki diktatörlüğün) karakterini ve tehlikesini tüm ‘vatandaş’”larına (Türklere ve Ermenilere) anlatıp göstermek için demokratik yurttaşlık adına yazıyor. Dünkü kurbanlar, ilerici akımlar galebe çalsın, yurttaşlık fikri üstünlük sağlasın diye kanlı varlıklarını adadılar. Irkçı düşünceden arınmış bir devlet uğruna katledilip demokrasi sunağında kurban edildik. İşte Yesayan’ın inanç akdi. Tek kelimeyle, bir ırk, ırkçı düşünce üzerine kurulmuş bir devlet sisteminin yok olması için kurban edildi. (…) 1915-1916’dan sonra aynı benzersiz gerekçelendirmeyi öne süremeyecek ve aynı yorumlamayı yapamayacaktı. Ama 1911’de yurttaşlık ilkesinin zaferine inanç duyabilirdi; çünkü bakışı, ırkçı düşüncenin ‘eski rejim’e özgü olduğuna inanmak ve inandırmak şeklindeydi ve buna göre Giligya Ermenileri de eski rejimin son kurbanları olmuşlardı. (…)
(…) Bu sayfaların yazılışından bugüne tam bir asır geçmiştir, önsözün yazılması üzerinden de 98 yıl. Ve ne asır! Ne yollar! İmha projesini tamama erdiren ve tehciri kesin kılan seneler. Acaba, yüz yıl önceki ölçütlerle açıkça kendini aldatma, yanılsama gibi görünen şeyin bugün, ancak bugün anlamlı ve yararlı hale dönüştüğünü düşünmek mümkün müdür? Acaba ‘Yıkıntılar Arasında’ adlı yapıtın bilinçleri sarsabileceğini ve nihayet ‘vatandaşlarımızı’ geçmiş ve gelecek diktatörlüklere karşı direnmeleri için ikna edebileceğini hayal etmek mümkün müdür? Ve nihayet, Giligya kurbanlarını bu direnişin öncüleri olarak görmeleri mümkün olacak mıdır? Giligya’da ölüler, kendi vatandaşlarının, diktatörlük kıskacından, hatta kendi diktalarından kurtulmaları için kurban edildiler. Yesayan’ın Türk vatandaşlarına vermek istediği mesaj buydu, 1911 yılında hangi vatandaş işitecekti bunu? Farz edelim, Yesayan sadece bir asır yanılmıştı. Bugün onu dinleyecekler mi? O zaman Yesayan ‘tüm vatan’ için olağanüstü bir hizmet vermiş olacak. Ancak geç, son derece geç.
Kitaptan: Maraşlı Mehmet’in yaptığını kimse yapmadı
“Mehmet’tir o gencin adı, Maraşlıdır,” dedi nihayet.
“Onun yaptığını kimseler yapmadı.”
Arabamız o sırada imkânsız zıplayışlarla Erzin’den ayrılmak üzereydi.
Merakımızı gidermek için Erzin olaylarını ve Maraşlı Mehmet’in hizmetlerini anlattı.
Çarşamba günü saat 11’de Erzin mutasarrıfı Asaf Bey’e Adana’dan, 24 saatten beri kıyım olduğunu haber veren bir telgraf ulaşır. Mutasarrıf derhal Türk ahaliye silah dağıtır. Perşembe günü peynir almak üzere Erzin’e gelen dört Dörtyollu Ermeni yolda katledilirler. O sırada iki Müslüman, sabık Müftü ve Musa Efendi Erzin’de bulunan 200 kadar Ermeni’yi toplar, götürüp bir hana yerleştirirler ve güruhun saldırılarına karşı onları korumaya alırlar. Buna rağmen savunma giderek zora girer ve kudurmuş silahlı kalabalık, gâvurların üzerine yürür. Birkaç hoca gelip yukarıda anılan Türklere katılırlar ama nafile. Bunun üzerine çaresiz, bin türlü yola başvurup ve hayatlarını da tehlikeye atarak Ermenileri handan alıp hapishaneye götürür ve burada onları iyice emniyete alırlar. Ermenilerin dışarıyla irtibatı tamamen kesilir. Vahşi güruh, günlerce onları ablukaya alır ve an gelecek açlık Ermenileri kalelerinden çıkmaya mecbur kılacak diye sabırla beklerler. Ve gerçekten de kuşatma altındakiler için hayat dayanılmaz olmaya başlar. Türkler bile artık onların çemberini aşıp Ermenilere erzak ulaştırmaya cesaret edemezler. İşte o sırada Erzin’in Türk mahallesi sakinlerinden Mehmet’in vicdanı el vermez ve o yirmi yaşındaki genç tükenmez bir şevkle, ölümü göze alıp neredeyse günün her saati Ermenilere yiyecek taşır. Etrafı sarılmış Ermenilerin ceplerindeki para bittiğinde dahi kendi kesesinden beş altın harcar. Bu, iki üç seneden beri, mimar Giragos Usta’nın yanında çalışarak biriktirebildiği yegâne parasıdır.
Büyük bir kısmı gurbetçi olan Erzinli 200 Ermeni hayatlarını bu Türk delikanlıya borçlular.
(Sayfa 231-232)
Teotig’in kaleminden: Katliamın kronolojisi
Teotig, nam-ı diğer Teotoros Lapçinciyan
(1873, İstanbul-1928, Paris) yaşadığı çağın en üretken ve önemli entelektüellerinden biri olsa da her şeyden çok, 1907’den 1927’ye kadar yayımladığı ünlü ‘Amenun Daretsuytsı’ (Herkesin Yıllığı) adlı yıllıkla tarihe adını yazdırdı. Teotig’in 1910’da yayımladığı yıllıkta yer alan Adana katliamına ilişkin bölüm, ‘Yıkıntılara
Arasında’nın ekleri arasında yer alıyor. Bu bölümü özetleyerek sunuyoruz. Tarihler rumî takvime göredir.
1909, Nisan 1: Adana ve çevre köyleri, kasabaları, yazlıkları ve çiftliklerinde (Şeyh Murat, Kayırlı, İncirlik, Abd(i)oğlu, Hıristiyanköy veya Gâvurköy, Sakızlı, Kamışlı, Eğri Ağaç, Saçak, İnnepli, Alocalı, Sarıçam) üç gün süren Ermeni kıyımı ve yangın. Önce sayısız Çerkes, Kürt ve ‘Fellah’ sayısız rençper yerel yetkililerin dağıttığı silahlarla, köylerden şehre akın edip kıyım ve talana katılırlar. İki Amerikalı misyoner (Rogers ve Maurer) kurtarma faaliyetleri sırasında öldürülürler.
2 Nisan: Çork-Marzvan veya Dörtyol’da Ermenilerin 12 Nisan’a kadar süren efsanevi savunması. Sekiz şehit ve sekiz yaralı. Ocaklı ve Öçerli’den kaçan köylüler Dörtyol’a doluşmuştur. Mutasarrıf Asaf Bey silahhanedeki silahları güruha dağıtır ve Erzin ve Payas hapishanelerinden mahpusları azat ederek silahlandırır. Ermeni mahpuslar ise kılıçtan geçirilir. Turunçlu köyünden 42 Ermeni ve bir papaz toparlanıp kurşuna dizilirler. İskenderun’dan Erzin’e götürülmekte olan devlete ait 12 sandık mühimmat güruh tarafından zaptedilir. Yirmi gün boyunca süregelen Ermeni kıyımı: Gâvur Dağ-Hay Ler (Osmaniye) Ermenileri de yok edilir. Çevre orman ve kayalıklarında Ermeni avı. Adana’da toplanacak olan Protestan Birliği için gelen din adamları Osmaniye yakınlarında hunharca katledilirler. İskenderun yolu üzerinde gelişmiş bir köy olan Kırıkhan ateşe verilir. Akdeniz kıyısında Ayas katliamı.
3 Nisan: Bahçe kazasında ayın 22’sine kadar 850 hane Ermeni katledilir: 759 yerli, 51 taşralı. Darson (Tarsus) ve çevresinde, silahlı bir güruh tarafından Ermeni katliamı ve yangın gerçekleştirilmiştir. Kozoluk’ta 300 Ermeni hanesinin erkekleri bir vadiye sürülüp boğazlanmış, kadınlarına da tecavüz edilmiştir. Sis (Kozan) dolaylarında ve Hacın’ın (Saimbeyli) Ermeni nüfuslu köylerinde Ermeni katliamı.
4 Nisan: Halep ve Kilis’te Ermeni katliamı.
6 Nisan: Süveydiye, İskenderun, Andiok (Antakya) ve Kesap’ta Ermeni katliamı. 4.500 Ermeni’nin, Fransız ve İngiliz gemileriyle Lavotige (Latakiya-Lazkiye) şehrine aktarılması. Kesap’ta 530 hane, kilise ve okul yanmış. Maraş’ın çevre köylerinde (Fındıcak, Kişişli vb.) Ermeni katliamı. Kırıkhan Ermenileri İslamlaşır, daha sonra silahla vurulurlar, genç kızlar ve kadınlar kaçırılır.
12 Nisan: Adana ve çevresinde ikinci büyük katliam, yangın ve talan. Ermenilerin öldürülmesi, tecavüze uğraması ve İslamlaştırılması; İslamlara ait 386, Ermenilerin ise 4.437 ev ve dükkânının yanması; yerel İtidal gazetesinin tahriki ve Dedeağaç’tan yardıma giden 2 tabur askerin suça iştirakiyle Ermeni okulları, kilise ve mallarının yakılıp yıkılması. Nüfusu 40 bini bulan Giligya Ermenilerinden ancak 3 bin erkek sağ kalmıştır. İnsan kaybı 20 bin kadardır. Sihun (Seyhan) nehri cesetlerle doludur. Hasat imha edilmiş. Maddi hasar 5 milyon altın.
18 Nisan: Osmanlı Meclisi oturumu. Adana olay ele alınır. İçişleri müşaviri Adil, eski ve yeni valilerden gelen ve Ermenileri suçlayan telgrafları okur; bunlar arasında, Zihni Paşa’ya ait olanında Ermenilerin su borularıyla top imal ettikleri yazılıdır! Zohrab kati surette reddeder, sarf ettiği “Ağlayacağınıza gülüyor musunuz?” sözü tarihe geçer. 20 bin altın yardım verilmesini kabul ettirir; bu daha sonra 30 bine yükseltilir. Ancak Adana’dan dağıtımın adil olmadığı şikâyetleri gelir.
11 Mayıs: Adana teftiş heyetinin yola çıkışı. Giligya felaketi nedeniyle aklını yitiren Narlıkapı kilisesi vaizi Rahip Hagopos Şahbazlıyan’ın intiharı.
28 Mayıs: Adana’da kurulan divanıharp tarafından, 9 Türk ve 6 Ermeni’nin idamı.
10 Haziran: Adana’dan İstanbul’a gelen 22 yetim kız ‘Tbrotsaser’ okulu tarafından sahiplenilir.
13 Haziran: Adana’ya giden aralarında Zabel Yesayan’ın da olduğu ikinci Ermeni heyeti yola çıkar.
22 Haziran: Osmanlı Meclisi tarafından Adana’ya gönderilen müfettiş Babigyan ve Mosdiçyan, Ermeni hekimlerle birlikte geri dönerler.
23 Haziran: Giligya Ermenilerinin göçü.
28 Haziran: Hükümet kararıyla, Adana valisi Cevat, askeri kumandan Remzi Paşa, İtidal gazetesinin başyazarı, Cebel-i Bereket mutasarrıfı Asaf Esad ve tüm katliamcı güruh tutuklanarak hapsedilir. Yangından zarar görenlerin evlerinin tamiratı için 120 bin altınlık yardım kararlaştırılır.
16 Temmuz: Adana valisi Babanzade Mustafa Zihni görevden alınır.
19 Temmuz: Osmanlı Meclisi’nde Edirne mebusu Hagop Babigyan’ın (53 yaşında, Tekirdağlı) Ayastefanos’taki [Yeşilköy] evinde ani ölümü. O esnada, ertesi gün Meclis’e sunacağı Adana olaylarıyla ilgili raporu hazırlamaktadır.
21 Temmuz: Adana’da 3 Müslüman darağacında. Patriklik Ana Kilisesi’nde H. Babigyan’ın görkemli cenaze töreni.
31 Temmuz: Gazetelerde Adana olaylarında Ermenilerin masumiyetini ilan eden ilan eden Meclisi Vükela resmi bildirisi yayımlanır.
1 Ağustos: Adana’nın yeni valisi Cemal Bey, İstanbul’dan görev mahalline doğru yola çıkar.
Tekirdağ mebusu Hagop Babigyan’ın raporundan:
‘Abdülhamid döneminde bile böyle vahşet görülmedi’
On dört yaşımdan itibaren hayatımın büyük bir kısmını siyasi çalkantıların altüst ettiği çevrelerde geçirdim. Bulgar isyanı sırasında Sofya’da bulunuyordum. Türk-Rus savaşında Bosna’daydım, bir iç savaşın tam ortasında. Çok şey gördüm. Konstantinopolis ve Kırkkilise (Kırklareli) katliamlarına şahit oldum. Ancak Adana’dakilerle kıyaslanabilecek dehşet görmedim, hatta tasavvur dahi edemezdim. Bu vilayetteki katliamlar, Abdülhamid rejiminin tertiplediği ve niteliği itibariyle Osmanlı tarihinde ebedi bir ayıp olarak kalacak olan bu tür olayları fersah fersah aşmıştır.
Abdülhamid katliamlarının çoğunda deyim yerindeyse bir örgütlülük vardı; çocuklar, kadınlar ve hastalar esirgeniyor, talan, yakıp yıkma konusuna bir tür sınırlama getiriliyordu.
Adana’da hasta ve yaralıları diri diri yakmışlardır. Köyler ve çevre çiftliklerde, Misis ve Hamidiye’nin (Ceyhan) kazalarında, hakeza Hasanbeyli’de (Bahçe kazası) zenginlik, mal mülk adına hiçbir şey bırakılmamıştır. Kadınların ve beş altı yaşındaki çocukların çoğu yaralıdır. Onlar en galiz davranışlara maruz kalmışlardır. Tarsus’ta altmışını aşkın, gariban iki yaşlı kadının şikâyetlerini dinledim; onlar, hayatı Allah’ın lütfu ve kadının namusunu padişahın sayan İslami yasaların bile hiçe sayıldığına yanıp yakılıyorlardı; o derece ki, insan olduğum için dehşet hissediyordum.
Önümüze tecavüze uğramış 8-12 yaşlarında 4 kız çocuğu getirdiler; onları Esad Rauf Bey’in (Mersin mutasarrıfı) ve başka görevlilerin eşliğinde Müslüman bir ebeye götürdük. Kurallar çerçevesinde düzenlenen rapor, yerel yöneticilerin muhafazasındadır. Trajedinin boyutu ve tiksindirici zulmü konusunda bir fikir edinmek için sayısız yaralıları, hele Mrs. Doughty-Wylie’nin (İngiliz konsolosunun karısı) kurduğu hastaneye sığınmış olan zavallı küçükleri görmek yeterliydi. Bu soylu kadın, sabahtan akşama kadar, bir hastabakıcı gibi, her türlü övgüyü aşan bir özveri ve cesaretle onların bakımına koşuyordu.
Fransız ve Alman rahibeler de aynı görevi üstlenmişlerdi. Alman hastanesinde bir rahibe olayları anlattığı sırada bir an için takatini yitirdi, devam edemedi; sonra üzüntüsünden biraz olsun sıyrılıp, bize Apkaryan Okulu’na yerleştirilmiş, hareket edemeyecek durumdaki 150 yaralının, bina ateşe verildiğinde diri diri yandığını anlattı. Bu en hazin ayrıntılardan biridir. Daha pek çok insan ölüme alevler arasında yakalanmıştır.
(…) Abdülhamid döneminde kadınlar ve çocuklar esirgeniyor, başka milletten Hıristiyanlara saldırılmıyordu, hatta Katolik ve Protestan Ermenilere bile. Oysa Adana’daki Hıristiyanlar arasında ayrım yapılmadı. Ne kılık ne dil bakımından Ermenilikle ilgisi olan –zira Arapça konuşan– Kadim Süryaniler 400, Katolik Süryaniler 65 kurban vermişlerdir. Keldaniler 200, Rumlar ise Adana şehrinde 100 kişi ve bir o kadar da vilayette kurban vermişlerdi. Protestan Ermenilere gelince, onlardan 655, Katolik Ermenilerden de 200 kişi öldürülmüştür.
Genellikle katliamlar akabinde sadece Rumların rahat bırakılmasının tavsiye edildiği tespit edilmiştir. Hangi cemaatten olursa olsun hiçbir yerde Hıristiyan unsura saygı gösterilmemiştir. Bir tutanakta tespit edildiğine göre, Erzin’de (Cebel-i Bereket sancağının başlıca şehri) hapishane boşaltıldığında, mahpuslar arasında bulunan iki Rum, hem de yerel yöneticilerin huzurunda öldürülmüşlerdi. Tüm bu deliller açıkça Adana katliamının sadece Ermenilere karşı hazırlanmış bir hareket olmadığını, Hıristiyanlara ve genel olarak Meşrutiyet’e karşı olduğunu ispatlamaktadır. Bunun dışında, önceki katliamlar sırasında, talan ve özellikle evlerin, malların tahrip edilmesi asla bu denli vahşice olmamış ve şimdiki kadar büyük ölçekte gerçekleşmemişti. Tek kelimeyle tüm bu dehşet, kudurmuş bir delilik kasırgasının bu bölge üzerinden geçtiğinin ispatıydı. Vahşetin sonuçları o boyuttaydı ki en dirayetli ruhlar bile, karşısında donakalıyor, yargı yeteneğini kaybediyordu.