13.'sü düzenlenen İstanbul Bienali, “Anne Ben Barbar Mıyım?” başlığıyla 14 Eylül’de kapılarını ziyaretçilerine açtı. Fakat Gezi’den önce açıkhava çalışmalarına da yer verecek olan Bienal’in bu kararından vazgeçmesi halen tartışmalara yol açıyor. David Batty yazdı, Halit Yerlikhan çevirdi.
DAVİD BATTY
An itibariyle Türkiye'de “sanat için sanat” günleri sona ermiş durumda. Bu yakınlarda Taksim Meydanı'nda gerçekleşen protestolara yönelik olarak alınan tedbirler, ülkenin en önemli çağdaş sanat etkinliği olan İstanbul Bienali'nin geçen haftaki açılışını görünmez kılma tehlikesini yarattı. Sokak çatışmalarına alışık olmayan uluslararası sanat çevreleri, tertip edilen partilerle, hususi ziyaretler arasında mekik dokurlarken, çevrelerini, ortamı hiç de estetik olmayan bir biçimde aydınlatan göz yaşartıcı gaz bulutlarının kaplayışına şahit oldular.
Basının olayları kamuoyuna yansıtmaya başlamasıyla, sükûnet iklimi ülkeye ve alanlara yeniden hâkim oldu. Ancak bu yıl 88 yerli ve yabancı sanatçıyı ağırlayan İstanbul Bienali, yaşanan siyasi hadiselerce gölgelenmekten kaçınmaya çabalarken, başkaca bir ihtilafın odağına yerleşiverdi. Anne, Ben Barbar Mıyım? başlıklı bu yılki etkinlik, giderek otoriterleşen Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı biriken hoşnutsuzluğu ziyadesiyle yansıtmakta. Türkiyeli sanatçı Halil Altındere'nin Harikalar Diyarı isimli filmi, ev fiyatlarını on kat arttıran dönüşüm ve yenileme çalışmaları nedeniyle, geçmişten bu yana ikamet ettikleri Sulukule'den ayrılmaya zorlanan Roman topluluğunun gençlerinin yaşadıkları öfke ve hayal kırıklıklarını konu alıyor.
Hollandalı ikili Wouter Osterholt ve Elke Uitentuis'in fotoğraflarıysa, Kars halkının da yardımlarıyla Ermenistan sınırında nasıl yeni bir barış anıt inşa ettiklerini gösteriyor. Türkiyeli bir sanatçı tarafından yapılan eski anıt, Erdoğan tarafından “ucube” olarak nitelenmesi akabinde, henüz tamamlanmadan yıkılmıştı.
Hâlihazırda yapılan etkinlikler, Bienal küratörü Fulya Erdemci'nin Ocak ayında önerdiği orijinal programdan farklılaşmakta. Orijinal plan, şehrin en ihtilaflı bölgelerinin bir kısmında çalışmalar yapan sanatçıların çalışmalarını ihtiva ediyordu. Ancak Mayıs ayında, aralarında sanatçı, aktör, yazar ve müzisyenlerin de bulunduğu binlerce insanın Taksim Meydanı'nda toplanmasıyla birlikte her şey değişti: Meydanın hemen bitişiğindeki Gezi Parkı'nı hedef alan yenileme planına karşı gösteriler yapılmaya başlandı. Haziran ayında meydanın vahşi bir biçimde göstericilerden temizlenmesini müteakip, Bienal taktik bir geri çekilmede bulunma kararı aldı. Şu an sergi, İstanbul'un köklü galerilerinden Arter ve Salt'ın da yer aldığı, şehrin ışıl ışıl, capcanlı muhitlerinden olan İstiklal Caddesi'nde meraklılarıyla buluşuyor. Erdemci, serginin Gezi'nin yarattığı politik iklime hitap ettiği konusunda hayli kararlı, “hepinizden sokaklardan yükselen sese kulak kabartmanızı istiyorum” diyor.
Erdemci, Bienalin de İstanbul'un mutenalaştırılması politikalarının kurbanı olduğunu iddia ediyor; Bienalin asli sergi alanı olan Antrepo 3'ün “beş yıldızlı bir otel veya bir alışveriş merkezi yapılması” kararının alındığını söylüyor. Serginin girişinde ziyaretçileri karşılayan ilk sanat eseri, bir vince asılı duran, serginin düzenlendiği binaya yönelmiş bir yıkım güllesi. Türkiyeli sanatçı Ayşe Erkmen'in tasarladığı ve “bangbangbang” olarak adlandırdığı bu eser, Erdemci'nin ifadesiyle, onlara ve ziyaretçilere “bu alanı son kez kullanabileceklerini” hatırlatan saat ayarlı bir bomba olma hüviyetini taşıyor.
Lakin bazı yerel sanat eleştirmenleri ve sanatçılara göre Bienalin, kamusal alanı nasıl daha etkili bir biçimde dönüştürebilecekleri konusunda Taksim eylemcilerinin deneyimlerinden yararlanma ve onlardan öğrenme fırsatını kaçırmaması gerekiyordu. Tate Müzeler Kurumu tarafından desteklenen ve mülteciler için alternatif bir sanat okulu olan Sessiz Üniversite projesini yürüten sanatçı Ahmet Öğüt, “Bir yerlerden izin koparmaya çalışmak, e-mailler göndermek vakit kaybıdır. Gezi'de bunun tam tersi yapıldı. İnsanlar doğaçlama bir biçimde harekete geçtiler; kolektif olarak organize olmak hususunda hayli hızlı ve de etkiliydiler. Bienal bu deneyimden beslenebilirdi” diyor.
Yeditepe Üniversitesi'nde çağdaş sanat kuramı hocası olan Marcus Graf ise şunları söylüyor: “Şehrin hayhuyundan uzak durup, seçkin bir galeride sergi açmak fikri bana doğru gelmiyor. Burada sunulan her şey, sanata ve kültüre ilişkin güncel trendleri takip edenler tarafından zaten onaylanıp, kabulleniliyor. Bence Bienalin aldığı karar büyük bir yanlıştı ve bir fırsatın kaçırılması anlamına gelmekteydi”.
Bienali çevreleyen gerilimli siyasi atmosfer göz önüne alındığında, Bienaldeki en etkili eserlerin bir kısmının, sanat dünyasının karanlık veçhesine ilişkin olanları olması şaşırtıcı olmamalı. Bienalde Berlinli sanatçı Hito Steyerl'in, PKK'ye katılmış bir arkadaşının devlet güçleri tarafından infaz edildiği, Türkiye'nin güneyindeki bir çatışma alanında bulunan mühimmatın kaynağına ilişkin yapmış olduğu araştırmayı aktardığı bir video kaydı bulunuyor. Steyerl, bu kayıtta sanat dünyasıyla, bienalin sponsorlarından olan Koç Holding'in de dâhil olduğu savunma şirketleri arasındaki ilişkilere değiniyor.
Bir başka Alman sanatçı, Christoph Schäfer, sanatçıların toplumsal bir değişim yaratma gücünü örnekleyen nispeten olumlu bir misal veriyor. Kendisi 90'lı yılların ortalarından bu yana Hamburg'daki Park Fiction'ın işletilmesine yardımcı oluyor. Park Fiction, Hamburglu yerel direnişçilerin, söz konusu mekânın özel girişimcilere tahsis edilmesine mani olmak ve halka açık bir alan yaratmak için bir araya geldikleri bir inşa projesi olma hüviyeti taşıyor. Schäffer, Bienal'de, Gezi Parkı dağıtıldıktan sonra eylemcilerin toplandıkları diğer tüm İstanbul parklarının büyük ölçekli kavramsal çizimleriyle yer alıyor. Schäfer, yerelleşmiş kentsel mücadelelerin yeni direniş formları geliştirmek açısından kilit bir öneme sahip olduğunu söylüyor: “Londra, Hamburg, İstanbul gibi şehirlerde hep aynı 'Gezifikasyon' hadisesiyle karşı karşıyayız. Kentli protestocular, sosyal medyayı kullanmaktaki maharetleriyle, bizlere, gelecekte toplumsal özgürleşim hareketlerinin nasıl iş görebilecekleri ve kamusal alanların siyasi dönüşümü amaçlayan ne tür yeni mücadele ittifaklarının şekillenmesine ev sahipliği yapabileceğini gösteriyor”. Bienal'in iptal edilen programının küratörlerinden Andrea Phillips, serginin sancılı oluşum sürecinin kendisini sanatsal kurumların siyasete ilişkin tavrının ne olması gerektiğine ilişkin yeniden düşünmeye sevk ettiğini dile getiriyor. Londra'daki Goldsmiths Üniversitesi'nde güzel sanatlar okutmanı olan Phillips, şunları söylüyor: “Politikacılık oynamayı sürdürüp sürdürmeyeceğimize karar vermemiz ve kendimizi daha başka bir biçimde konumlandırmamız gerektiğini idrak etmemiz gerekiyor. Sanatın bu seyreltik dünyasındaki konumunuzu kabullenmekle yetinirseniz, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. İşlerimizi halklar yararına uzun erimli değişimler elde etmeyi mümkün kılacak şekilde nasıl planlayabileceğimizi düşünmeye ihtiyacımız var”.
İngilizceden kısaltarak çeviren Halit Yerlikhan. Yazının orijinali için http://www.theguardian.com/world/2013/sep/14/istanbul-biennial-art-protest-under-fire
David Batty, Guardian ve Observer’da haber editörü ve muhabir.