13. İstanbul Bienali başlarken, çoğumuzdan benzer haykırışlar yükseliyor: “Anlayamıyorum!” Peki, genel olarak ‘anlayamadığımız’ veya “Bunu ben de yaparım!” algısıyla yaklaştığımız kavramsal sanat yapıtlarına nasıl bakmalıyız? İstanbul Bienali kapsamında Antrepo no.3’te açılan sergiyi bizimle birlikte gezen sanatçı Nazım Hikmet Richard Dikbaş, bize, bazı işler üzerinden, Bienal ve kavramsal sanat hakkında ipuçları verdi.
LORA SARI
lorasari@agos.com.tr
13. İstanbul Bienali başlarken, çoğumuzdan benzer haykırışlar yükseliyor: “Anlayamıyorum!” Peki, genel olarak ‘anlayamadığımız’ veya “Bunu ben de yaparım!” algısıyla yaklaştığımız kavramsal sanat yapıtlarına nasıl bakmalıyız? İstanbul Bienali kapsamında Antrepo no.3’te açılan sergiyi bizimle birlikte gezen sanatçı Nazım Hikmet Richard Dikbaş, bize, bazı işler üzerinden, Bienal ve kavramsal sanat hakkında ipuçları verdi.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen ve küratörlüğünü Fulya Erdemci’nin üstlendiği 13. İstanbul Bienali, 14 Eylül Cumartesi günü başlıyor. ‘Kamusal alan’ kavramı çerçevesinde çalışmayı seçen Erdemci, çoğu Latin Amerika, Ortadoğu, Kuzey Afrika gibi en ‘barbar’, en dışlanmış, en avantajsız’ coğrafyalardan olmak üzere, 88 sanatçının ve sanatçı grubunun işlerine yer veriyor.
Bienal beş ayrı mekâna yayılıyor: Tophane’deki Antrepo no.3, Karaköy’deki Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER, Salt Beyoğlu ve İMÇ Blok’taki 5533. İstanbul’daki kentsel kamusal alanları ve kentsel dönüşüm sürecinde geçici olarak boş bırakılan kamusal binaları kullanmak isteyen Erdemci, gerekli izinleri almak için aylar önce çalışmaya başlamış, ancak Gezi Direnişi sebebiyle bu süreç zora girmiş. İzin almak zorlaştıkça, bu alanlarda sergi yapmaya çalışmanın bir çelişki olduğu düşünülmüş ve yukarıda sayılan beş mekânla sınırlı kalınmış. Bienal’in başlığı, şair Lale Müldür’ün bir kitabının adı olan ‘Anne, ben barbar mıyım?’ Bienal’in kavramsal çerçevesiyle örtüşen, kamusal alanların ‘kentsel dönüşüm’le aldığı hali iyi anlatan bir başlık.
20 Ekim’e kadar sürecek olan Bienal kapsamındaki sergiler ‘kamusal alan’ temasından hareketle, ücretsiz olarak görülebilecek. 2011 yılındaki bienali 110 bin kişi ziyaret etmişti; bu yıl girişin ücretsiz olması nedeniyle, bu sayının katlanması bekleniyor.
‘Bienale yeni şeyler keşfetmek için gelinir’
Bir işe baktığımızda, aklımızda, anlatılmak istenene dair en ufak bir ışık yanmamasına ilişkin derdimizi, sergiyi beraber gezdiğimiz Nazım Dikbaş’a aktarıyoruz. “Benim de bazen bakıp gerçekten anlamadığım işler oluyor. Ancak bu bir sıkıntı olmamalı. İnsanlar bienallere her işi anlayıp, anladıklarına sevinmek için gelmez. Buraya yeni şeyler keşfetmek için gelinir” diyor Nazım, ve anlatmaya devam ediyor: “Kavramsal sanatta insanları hareket etmeye iten bir yan vardır. Bu yapıtların hepsinde açık siyasal mesajlar vardır diyemeyiz. Bizim ifade özgürlüğü, haklarımızın korunması gibi taleplerimizi doğrudan sağlayabilecek güçleri de yoktur bu eserlerin. Ancak kavramsal sanat veya genel olarak sanat, izleyicisini cesaretlendirir, hak talep etme zeminini genişletir. Çünkü bu işleri yapan insanların zihni ya özgürdür, ya da özgürlüğün peşindedir.”
Rehberden kopya çekmek serbest
Bienalin oluşum süreci, serginin algılanışı üzerinde de belirleyici bir rol üstleniyor. Bienalde sanatsal anlamda ‘yetkili’ olan tek kişi küratör. Küratör kavramsal çerçeveyi kuruyor, ve bu çerçeveye uygun işler yaptığını düşündüğü sanatçıları veya eserleri seçiyor. Küratöryel süreçte yapılan araştırma da, küratörün seçim yelpazesini genişletmesine yardımcı oluyor. Bienalin ‘açık çağrı’sına yapılan başvurular arasından da seçilen işler oluyor.
Dolayısıyla, Bienal’de gördüğünüz işlerin bazıları bu bienal için özel hazırlanmış (Örneğin; Christoph Schaefer’in son birkaç ayda İstanbul’da olup bitenler üzerine son derece serbest ve bir o kadar da heyecan verici seçimleri); bazıları ise daha önce sergilenmiş ama kavramsal çerçeveyle örtüştükleri için seçilmiş işler. Peki bütün bu işler dünyanın dört bir yanından gelip burada kocaman bir sergiye dönüşmeyi nasıl başardı dersenize, perde arkasında aylardır gece gündüz çalışan güçlü bir bienal ekibi olduğunu unutmayın.
Sergiyi birlikte gezerken, bir yapıtın karşısına geçtiğimizde, yapıtın çerçevesini çizen kişisel ve toplumsal tarihlerden, gerçek ve kurgu hikâyelerden ve bazıları son derece komik, diğerleri alabildiğince ciddi ve hayati anekdotlardan da konuştuk.
Yani güncel sanat korkulacak değil, öyle veya böyle hakkında konuşulacak bir şey. Kavramsal sanatı anlamanın yolu, eleştirel düşünceyle yoğrulan bilgiden geçiyor diyorlar. Ama siz, bazıları gerçekten kafa karıştırıcı yapıtların arasında gezinirken diyecek bir şey bulamazsanız, çaktırmadan göz atabileceğiniz bienal rehberi işinizi kolaylaştıracaktır.
Bienalde gözümüze çarpan işler
‘Konik Kesişim’ (1975), Gordon Matta-Clark
1943 doğumlu Gordon Matta-Clark, mimarlık kuramı üzerinde büyük etkisi olan New York’lu bir sanatçı. 1970’lerin önemli aktivistlerinden. 1975’te bienal için gittiği Paris’te, Pompidou Merkezi inşaatı çevresinde gerçekleştirilen kentsel dönüşümde yıkılacak 17. yüzyılda inşa edilmiş binalardan birine ‘Konik Kesişim’ adını verdiği müdaheleyi gerçekleştiriyor. Bir ekleme yapmak yerine binadan bir şeyler eksiltiyor: Binada üç boyutlu, konik boşluklar açıyor. Bu sayede, dışarıdan bakanlara binanın içini ve orada yaşamış insanların hayatlarını gösteriyor. Malum sebeplerle boşaltılmış yüzlerce binanın bulunduğu İstanbul’da, aktivizmin ve anarşi-mimarinin iyi bir örneği olan bu işin sergilenmesi anlamlı.
‘Eşit Uzaklık İlkesi’ (2012-devam etmekte), Anca Benera & Arnold Estefan
Benera ve Estefan ikilisinin video enstalasyonu, bize 1996’da Türkiye ile Yunanistan arasında Kardak Krizi’nin çıkmasına sebep olan küçük adayı hatırlattı. Karadeniz’in kuzeyinde kayalık bir adacık olan Yılan Adası, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Romanya ile Ukrayna arasında anlaşmazlığa sebep oluyor. Bölgedeki petrol ve doğalgaz yataklarıyla ilgili bu anlaşmazlığı Romanya, Lahey Adalet Divanı’na taşıyor, mahkeme ise Ukrayna ve Romanya kıyı şeritlerine eşit uzaklıkta bir hat çizme kararı alıyor.
Bu kararla petrol rezervlerinin çoğu Romanya’ya devredilmiş olsa da, denizin altındaki petrol yatakları mahkeme sonuçlanmadan önce çokuluslu devletlere veriliyor. Benere ve Estefan ‘Eşit Uzaklık İlkesi’nde bu soruna alternatif bir çözüm getiriyor: Sanatçılar, deniz sahasının Ukrayna ile Romanya arasında eşit olarak bölünmesi durumunda, her bir Romanyalı’nın payına düşecek olan 0,509 metrekarelik alanı Karadeniz’in Ukrayna’da kalan donmuş yüzeyinden kesip, izin almadan Bükreş’e kaçırıyorlar. Tabii kestikleri bir buz kütlesi olduğu için bir süre sonra çözülüp buharlaşıyor ve ‘geri kazanım’ kavramı değersizleşiveriyor.