‘Türkiye Gazeteciler Sendikası, son iki ay zarfında -yani Gezi Parkı olaylarının başlamasından bu yana- en az 75 gazetecinin işine son verildiğini ya da istifa ettiğini söylüyor’
SELİN GİRİT
“Herkes bizi sevmek zorunda değil. Bunu samimi söylüyorum. Böyle bir mecburiyet yok.” Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Genel Kurulu’nda böyle diyordu.
Ancak özellikle son dönemde işlerinden atılan ya da istifa eden gazeteciler, Başbakan’ın sözlerine pek de katılmıyor gibi...
Türkiye Gazeteciler Sendikası, son iki ay zarfında -yani Gezi Parkı olaylarının başlamasından bu yana- en az 75 gazetecinin işine son verildiğini ya da istifa ettiğini söylüyor.
Akşam gazetesinin eski köşe yazarlarından Tuğçe Tatari de bunlardan biri. Tatari’nin Mayıs ayında TMSF tarafından el konulan gazeteyle ilişkisi Haziran sonunda kesilmişti.
Tuğçe Tatari, kendisini “Hükümet mağduru gazeteciler kervanına dahil olmuş biri” olarak tanımlıyor.
“Gezi Parkı meselesi yaşanırken Başbakan’a muhalefet eden, yazılarıyla itiraz eden, müdahaleleri orantısız bulan herkes bir bir işten atıldı” diyor:
“Ülkede bir kriz yaşandı. İlk defa böyle bir kitlesel hareket oldu. Buna sessiz kalmayan gazetecilerin işten çıkarılmasını istiyor Başbakan. Çünkü Başbakan’ın eleştiriye tahammülü yok.”
Bu ‘kervana’ katılan son isimlerden biri de Can Dündar...
Yazılarının yayımlanmadığı üç haftalık bir belirsizlik sürecinden sonra Dündar’ın Milliyet’le ilişkisi 1 Ağustos’ta kesilmişti. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak da görevinden ayrılmış, yerine Fikret Bila getirilmişti.
Dündar, kişisel internet sayfasında yayımladığı yazısında, işine son verilmesinde “Gezi direnişi haberlerinin, gazetenin muhalif çizgisinin, hükümeti rahatsız etmesinin” rol oynadığını ima ediyor; “Ben, ilk değilim; son da olmayacağım” diyerek gazetecileri çok da parlak bir geleceğin beklediğini sanmadığının ipuçlarını veriyordu.
BBC’ye konuşan Can Dündar, iki yıl önce NTV’de yaşadıklarıyla bugünün “bire bir benzer olduğunu”, o zaman da “hapse girmiş gazeteciler için yaptıkları bir eylemde ağızlarına bantlar yapıştırarak yürümelerinin hükümette yarattığı alerjinin” kendisine gerekçe olarak gösterildiğini söyledi.
Milliyet’ten ayrılışı sürecine dair yazılıp çizilenler ise medya ve iktidar ilişkileri konusunda hararetli bir polemiğe yol açtı.
Önce Yurt gazetesi köşe yazarı Ayşenur Arslan, Can Dündar’ın Milliyet’teki köşesine son verilmesinde Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın rol oynadığını ileri sürdü, Akdoğan’ın “Can Dündar’dan başlayarak hepsi gidecek. Gezi için eylem yapan adamları yanında tutan, bizim karşımızda demektir” dediğini yazdı.
Akdoğan’ın yanıtı Star gazetesindeki köşesinden geldi. ‘Medya mühendisliğine mi soyunduk?’ başlıklı yazısında, “Ak Parti iktidarının yandaş medya üretmek, özgür basını susturmak veya muhalifleri tasfiye etmek gibi bir yaklaşımı, politikası veya adımı yoktur” dedi ve hakkındaki iddiaları ‘uydurma ve iftira’ olarak nitelendirdi, yalanladı.
Can Dündar, “Bize nakledilen Yalçın Akdoğan’ın aradığı...” diyor: “Hükümet bir anda çekilip biz böyle bir şey demedik deyiveriyor. Bir başbakanın danışmanı bunu yazıveriyor. O zaman suçu gazete yönetimleri ya da gazete patronları üstlenmiş oluyor. Genel yayın yönetmenleri ve gazete patronları bundan gerçekten şikâyetçilerse çıkıp açıklamak zorundalar. Bunu hem Türkiye’de medya özgürlüğü açısından, hem Türk demokrasisinin selameti açısından yapmak zorundalar.”
BBC, Yalçın Akdoğan’la da görüşme talebinde bulundu, ancak olumlu bir yanıt alamadı.
‘Suç patronlarda’
Türkiye’de muhalif kesimlerde yaygın kanaat, hükümetin medya üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak baskı uyguladığı yönünde.
İktidarın medya patronları ya da genel yayın yönetmenlerinin “kulaklarına fısıldadığı”, manşetlerden yakındığı, haber rejilerinin telefonlarla arandığı, hatta kimi zaman televizyon kanalları ya da gazetelere yayına çıkmama ya da mülakat vermeme şeklinde ambargolar uygulandığı sıkça dile getirilen iddialar...
Zaman gazetesi yazarı Mümtazer Türköne, “Hayır, bunlar direkt hiçbir zaman olmaz. Doğrudan doğruya hükümetten biri arayıp, bunu yapmazsan şunu yapmayız demez. Bu, dolaylı olarak medya patronları (üzerinden) işliyor. Veya gazeteler çok hassaslar, çok duyarlılar hükümetin tepkilerine, onlar kendileri yapıyorlar” diyor.
Başbakan’ın eski danışmanı, Radikal yazarı Akif Beki de gazetecilerin son dönemde artan sayıda işsiz kalmasının sorumluluğunun iktidara değil, medya patronlarına ait olduğunu savunuyor.
BBC’ye konuşan Beki, “Türkiye’de iktidar istemiş, medya patronları da 70-80 gazeteciyi kapıya koymuş değil. Bunların hepsini bir torbaya koymak doğru değil” diyor, el değiştiren gazetelerde görevi devralan yeni patronların kendi kadrolarıyla çalışmak istediklerini, yeni kadrolara yer açmak için bazı gazetecilerin işten çıkarıldığını, bazılarının ise yeni yönetimle çalışmak istemediği için istifa ettiğini, her gazetecinin işsiz kalma sürecinin kendi başına değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.
Beki, medya-iktidar ilişkilerinin sorunlu bir dönemden geçtiğini de basın özgürlüğüne dair sorunlar yaşandığını da teslim ediyor.
Sermaye yapısı
Peki, nedir bu sorunlar? BBC’nin konuştuğu gerek iktidara yakın duran, gerekse muhalif bakan gazetecilerin tümü, bir sorunda hemfikir: Medyanın sermaye yapısı.
Bugün Türkiye’de yayın yapan ana akım televizyon kanalları ve gazetelerin sahiplerinin farklı birçok sektörde yatırımları bulunuyor.
Ayrıca devlet ihalelerine girmelerinin önünde yasal ya da etik hiçbir engel de bulunmuyor.
Son olarak TMSF’nin el koyduğu Akşam gazetesi, Sky360 televizyonu, Alem FM ve Alem dergisi, İstanbul’a yapılması planlanan üçüncü havaalanı ihalesini de kazanan Kolin-Limak-Cengiz ortaklığı tarafından 60 milyon dolara satın alındı.
İletişim profesörü ve Yurt gazetesi yazarı Haluk Şahin, “Türkiye’de devlet ekonominin en önde gelen aktörlerden biri. Özellikle bu hükümetin başındaki başbakan hangi ihalenin kime gideceği, hangi işin kime verileceği konusunda bizzat kişisel kararlarla hareket edebiliyor. Aynı zamanda iş adamı olan medya patronları da devletten iş alabilmek veya ceza almamak için kendilerine dolaylı belki de kimi zaman direk yapılan imaları ve talimatları yerine getirmeye başladılar. Belli ki iş adamları olan patronlar haber yapmaktansa ihale kapmayı tercih ediyorlar. Bu dönemin özelliği, haberi at ihaleyi kap şeklinde özetlenebilir” diyor.
Mümtazer Türköne, bu sorunun medya patronlarının devlet ihalelerine girmesini önleyecek bir düzenleme yapılarak aşılabileceği görüşünde:
“Medyada yer alanların ahlaki olarak devletten ihale almamak gibi bir sınırının olması lazım. Türkiye’de maalesef bu yok. Medya patronları o yüzden devletle hükümetle iç içe ve hükümetle ilişkinin yozlaştırdığı bir medya piyasası var. Hükümet mevcut durumu medya üzerinde kontrol kurma aracı olarak kullanıyor. Bir düzenleme yapması gerekiyor. Çünkü kendisi de eskiden çok şikâyetçiydi bu durumdan. Bu yapılmadığı takdirde de hangi hükümet gelirse gelsin, gazetecilerin özgürlüğü sorun olmaya devam edecek.”
28 Şubat taktikleri mi?
Türkiye’de basın özgürlüğü konusu Gezi Parkı olaylarının -özellikle ilk günlerinde- televizyon ekranlarına orantılı yansıtılmaması nedeniyle daha da hararetle tartışılır oldu.
Ancak hatırlanacağı üzere, bu olaylar medyanın son yıllarda sokakta yaşananları sansür ya da otosansür sonucu aktarmadığı ilk örnek değildi.
Örneğin, Uludere’de 34 vatandaşın PKK militanı sanılarak savaş uçaklarının bombardımanı sonucu hayatını kaybetmesi anaakım televizyon kanallarının ekranlarına yaklaşık 12 saat yansımadı.
Üç ay önce Reyhanlı’da meydana gelen ve 50’den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan patlamalara ise yayın yasağı getirildi. Yerel halk, bölgede çalışan muhabirlere “Niye bize soru soruyorsunuz? Haberi vermeyeceksiniz ki!” gibi sözlerle tepki gösterdi.
Ama medya üzerindeki baskılar sadece son yıllara özgü bir durum da değil.
Askeri darbelerle demokrasi kesintiye uğrar, iktidarlar devrilirken, medyanın dördüncü kuvvet rolünü oynayabilme kapasitesi de basın özgürlüğü de sıklıkla yara aldı.
Yakın tarihte 28 Şubat sürecinde örneğin askerin dayatmalarıyla köşe yazarları işten attırıldı, gazete manşetlerine müdahaleler söz konusu oldu, İslami kesime hitap eden kimi gazetelere akreditasyon sınırlamaları getirildi.
Bugün iktidarı ‘medya mühendisliği’ yapmakla suçlayan çevreler, 28 Şubat taktiklerinin AKP hükümeti tarafından bire bir benimsendiği ve uygulandığı kanaatinde.
Mümtazer Türköne, bu eleştirilere kısmen hak veriyor. “Araçlar aynı. O yüzden bir benzerlik kurulması son derece doğal. Aynı düzen, aynı yapı... Yani kontrol mekanizmasını ele geçirenler farklı olunca, aynı sonuçlar farklı iktidarlarda aynen ortaya çıkıyor.” diyor. Ancak iki dönem arasında paralellik kurulmasına karşı çıkıyor: “Doğrudan doğruya askerlerin silahlı tehditle yaptığı şeyler ile bugün yaşananları mukayese etmek bence çok büyük bir hata. Bu, 28 Şubat’ın aklanması anlamına gelir.”
Akif Beki de iktidarın bugün medyadan kendisine gelen eleştirileri geçmişteki deneyimlerinden ötürü “varlığına karşı bir itiraz olarak algılayabildiğini” söylüyor.
“Ak Partiye karşı özellikle merkez medya muhalif bir tavır takındı. Hatta siyasi muhalefetin rolünü üstlendi. Ak Parti’nin varlığını kategorik olarak reddeden, dolayısıyla Ak Parti tarafından düşmanca algılanan medya yayınları ve tavırları sebebiyle Ak Parti de bunu hayat memat mücadelesine çevirdi ve siyasi varlığını korumak için medyaya karşı bir savaş verdi. Bu savaş sırasında hükümet de bir takım refleksler geliştirdi. O savaş aslında sona erdi. O savaşın galibi Ak Parti. Fakat bunu artık geride bırakıp Türkiye’yi normalleştirmesi gerekirken o eski reflekslerini henüz bırakmış değil. Hala medyadan gelen eleştirileri varlığına karşı bir itiraz, kategorik bir reddediş olarak algılayabiliyor. Bunun için de sert tepki verebiliyor. Savaş dönemi geride bırakılamadı. Bunun sancıları yaşanıyor bugün Türkiye’de.”
BBC tüm bu konularla ilgili olarak görüşlerini almak üzere hükümetten dört ayrı bakanla da görüşme talebinde bulundu. Ancak olumlu bir yanıt alamadı.
Karamsar gelecek
Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün basın özgürlüğü endeksinde, Irak, Afganistan ve Rusya gibi ülkelerin gerisinde, 154’üncü sırada bulunuyor.
Halen dünya genelinde en çok sayıda tutuklu gazetecinin bulunduğu ülke de Türkiye...
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın verdiği rakamlara göre, hapishanelerde halen 63 gazeteci bulunuyor. Ayrıca 120’den fazla gazeteci de tutuksuz olarak yargılanıyor.
Son olarak Ergenekon davasında toplam 22 gazeteci, altı yıldan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına kadar uzanan mahkûmiyetler aldı.
Hükümet, tutuklu gazetecilerin gazetecilik faaliyetlerinden dolayı değil, adi suçlar nedeniyle hapiste tutulduğunu söylüyor.
Peki, Türkiye’de -özellikle de üç ayrı seçim ve belki bir de referandum sürecine girilmek üzereyken- gazetecileri nasıl bir gelecek bekliyor?
BBC’nin görüşlerini aldığı işten çıkarılmış iki gazeteci umutlu değil...
Tuğçe Tatari “Gazetelerin yüzde 90’ı yanlı haber yapıyor. Şimdi seçim sürecine giriliyor. Bir ülkede başbakanın doğru olmadığını düşünen, yanlış politikalar güttüğünü düşünen gazeteciler olmazsa, bu nasıl olabilir? Türkiye’de gazetecilik mesleğinin geleceği açısından çok karamsarım” diyor.
Aynı görüşü Can Dündar da paylaşıyor: “Türkiye’de bütün gazeteler aynı başlıkla çıkana, bütün köşeler aynı şeyleri yazana kadar baskıya devam edeceklerini tahmin ediyorum. Ki az kaldı.”
Can Dündar, artık diğer birçok işsiz gazeteci gibi Twitter’da... Kendisine geçtiğimiz hafta bir hesap açtı ve şimdiden 60 binin üzerinde takipçisi var.
Birçok gazeteci, bugünlerde, fikirlerin ancak sosyal medya ve internet üzerinden özgürce tartışılabildiği kanaatinde.
Ancak bu platformların, ana akım medyaya kıyasla ne kadar etkin olabildiği hâlâ yanıt bekleyen bir soru...
(BBC Türkçe)