Altın Kayısı’nın uluslararası jürisinin başkanı Macar yönetmen István Szabó, dünya sinemasındaki değişimi anlattı. Szabó, “Filmleri seyirci için ilginç kılmak için yeni yöntemler bulmalıyız. Bu onların değil, bizim sorunumuz” dedi.
EVRİM KAYA
evrimrkaya@gmail.com
Onuncu Altın Kayısı’nın uluslararası jürisine usta Macar yönetmen István Szabó başkanlık etti. 1981’de, kendisine En İyi Yabancı Film Oscar’ını da getiren ‘Mephisto’ ile uluslararası tanınırlığa kavuşan ve bu filmden itibaren çeşitli dillerde büyük bütçeli ortak yapımlara imza atan Szabó, 2006 yılında, komünist rejim döneminde hükümet için muhbir olarak çalıştığı yönündeki haberlerle gündeme gelmiş ve bu iddiaları kabul etmişti.
Birçok filminizde insanın kendine karşı dürüst olup olamadığı, bir anlamda otantiklik sorunsalı önemli bir rol oynuyor.
Ben ona ‘otantiklik’ demiyorum; nedir ki otantiklik? Ben filozof değilim, yalnızca bir yönetmenim. Esas soru insanın kendi kimliğine sadık olup olamadığı, kendi kimliğini bulup bulamadığıdır.
Nasıl tanımlarsınız peki kimliği?
Kimlik, senin kim olduğundur. Nereden geliyorsun, nereye aitsin, hayattaki amacın ne...
Birçok durumda, yarattığınız karakterlerin kimliklerine sadık kalamayışlarını izliyoruz o zaman...
Belki onlar kendilerine sadık kalacaklar ama dünya izin vermiyor. Bunlar kabul görme arzusu taşıyan karakterler, çünkü yetenekliler. Onlar bu yeteneği kullanmak isterken, dünya başka bir yönde kullanmalarını sağlamaya çalışıyor. Sorun her zaman tarih, politika ve ideolojilerden kaynaklanıyor. ‘Mephisto’daki aktörü, ‘Albay Redl’daki subayı, ‘Julia Olmak’taki aktrisi ele alın. Hatta ‘Gün Işığı’ndaki karakterler ve ‘Taraf Tutmak’taki Wilhelm Furtwangler, hep yetenekli insanlar. Ellerinde dışavurmak istedikleri bir şey var ama dünya onlardan başka bir şey talep ediyor. Burada esas soru taviz verip dünyaya boyun eğip eğmeyeceğin. Ve taviz veren insanlar bazen kendilerini kaybediyor, hepsi bu.
Son filminiz ‘Kapı’da, entelektüel yazar ile Helen Mirren’ın canlandırdığı hizmetçi arasında bir karşıtlık kuruyorsunuz. Hizmetçi kendine karşı daha dürüst gibi görünüyor, ve yazarı kıskandırıyor bu.
Çünkü yazar, bildiği her şeyi başkalarından öğrenmiş. O başka insanların ve ideolojilerin etkisi altında. Halbuki Helen Mirren’ın canlandırdığı hizmetçi, doğduğunda nasılsa öyle. Bildiği ne varsa, kitaplardan ve ideolojilerden değil, doğadan geliyor. Kökleri tarlalarda olan biri o. Yazarın kökleri ise kitaplarda; doktorası ve bilgisi var, bir çeşit üniversite hocası olabilir ama hayatı anlamıyor.
Helen Mirren, o hizmetçi gibi biraz, filmlerde kendi kimliğini koruyabilen biri. Asla rol yapıyor gibi değil, kendi oluyor. Böyle doğmuş, ve hayvanların doğanın dilini konuşması gibi, yıldızların ve göğün dilini konuşuyor.
Bu yazarın sorunu, aydınların genel bir sorunu mu sizce?
Hayır. Hayatı anlayan insanlar vardır, bir de anlamayanlar. Aydın ya da değil, fark etmez.
Bu son film gibi pek çok edebiyat uyarlaması yaptınız. Başka birinin sözcüklerinin peşinden gitmek zor mu?
Başka bir dil bulmanız gerekiyor. Edebiyatın dili, sözcükler arasındaki gerilime ve bağlantıya dayanır. Bir şey okuduğunuzda, yazarın talimatları doğrultusunda kafanızda resimler yaratırsınız. Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ını okuyunca, Tolstoy’un Nataşa Rostova hakkında tam olarak ne düşündüğünü bilirsiniz. Saçının, gözünün, teninin rengi, her şey yazılıdır. Ama kafanızdaki Nataşa Rostova, sizin kendi deneyimlerinize dayanır; annenizin, kız kardeşlerinizin, arkadaşlarınızın resimlerinin bir karmasıdır. Sizin resminizdir bu, Tolstoy’un değil. Ama filmde bu durum faklı işler. Oyuncu Audrey Hepburn’dür; ya kabul edersiniz bunu, ya da film işlemiyor demektir. Yani sinemayla bir şeyleri ifade etmek için başka yollar bulmak gerekir. Yüzler, seyircinin gözü önünde ortaya çıkan duyguları ifade eder ve bu duygular yine seyircinin gözü önünde başka duygulara evrilir. Elbette sözcükler de kullanırsınız ama onlar sadece diyalogdur, duyguları ya da doğa olaylarını anlatamazlar. Yeni bir medya kullanıyorsanız yeni araçlar bulmanız gerekir – seyircinin fantezilerine karşılık gelecek resimler...
Bu kadar tarihsel trajediden sonra, tarihin trajik olduğunu düşünüyor musunuz?
20. yüzyıl Orta Avrupa tarihi trajiktir. İki dünya savaşıyla başlar, sonra imparatorluklarda devrimler patlak verir. Orta Avrupalı halklar pek çok başka halk gibi çok acı çekmiştir. Politik, tarihi, ideolojik farklılıklar yüzünden bir ferdini yitirmemiş, acı çekmemiş tek bir aile bulamazsınız orada.
Bu trajediler yakamızı bıraktı mı?
Bilmiyorum. Medyum değilim ben. Birlikte göreceğiz.
‘Mephisto’, bugüne dek yapılmış en güçlü Faust uyarlaması. Sizin için anlamı nedir Faust masalının?
Büyük bir problem bu. İnsanlık en başından beri bilgiye ulaşma derdinde, bilgi uğruna her şeyini satmaya hazır. Bugün bu sorunun yerini bir başkası alıyor. Kendimizi güvende hissetmek için ruhumuzu şeytana satmaya hazırız.
Filmin dili, oyuncularla çalışma şeklinizi değiştiriyor mu?
Hayır, pek sayılmaz. Oyuncu oyuncudur. Yapımcının pragmatik tercihleri karar veriyor filmin diline. Ama gerçekte oyuncular yalnızca hisleriyle çalışıyor. Sözcüklere değil enerji değişimlerine yanıt verdiklerini öğrenecek kadar deneyim kazandım. Önemli olan sözcükler değil, yüzlerin ifade ettiği duygu yoğunlukları. Elbette anadilimde çalışmayı tercih ediyorum ama anadilimde bile oyuncuya yardım edecek sözcükleri bulmakta zorlanıyorum.
Yapım koşulları yıllar içinde nasıl değişti?
Daha az olanağımız var. Sevdiğimiz türden filmlere (meslektaşlarım adına da konuşuyorum) ‘sanat filmi’ deniyor artık. Daha az paramız var ve marjinalize olduk. Her yerde zorlaştı işler, ama özellikle televizyonun bir seçenek olmaktan çıktığı ülkelerde... Tabii, seyirci de değişti. Televizyon yüzünden oldu bu; gösterim sırasında konuşmayı öğrendiler: “Ne dedin hayatım?” Gösterim sırasında konuşmanın kötü bir şey olmadığını düşünüyorlar. Filminiz gösterilirken, salonda seyircilerin arkasında durursanız, herkesin cep telefonuyla oynadığını görürsünüz. Film boyunca internette gezineceklerse neden bilete para verdiklerini anlamak mümkün değil. Eskiden Fellini ya da Bergman’ın bir filmini bin kişi izlerdi. Şimdi zaten elli kişilik salonlar var, yirmi kişi varsa seviniyorsunuz, ki onlar da telefonlarıyla oynuyor.
Gelecek için pek iyimser değilsiniz yani?
Mesele bu değil. Yeni yöntemler bulmamız gerekiyor. Filmleri seyirci için ilginç kılmak zorundayız. Bu onların değil, bizim problemimiz.