Geçtiğimiz günlerde İran’ın başkenti Tahran’da, devlet televizyonu kameramanlarının eşliğinde, “İngiltere’ye ölüm” haykırışları ile İngiltere’nin Tahran Büyükelçiliği’ni basan göstericiler elçilik binasındaki İngiliz bayrağını indirip yaktılar, yerine İran bayrağını diktiler. Elçilik çalışanlarını, olaylara ancak yarım saat sonra müdahale eden polis zor kurtardı.
İran’ın İngiltere’yle (ve aslında Batı’yla) köprüleri atmasına neden olan ise, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun İran’ın nükleer silah geliştirmiş olabileceğine ilişkin kararının ardından, İngiltere’nin İran’a yaptırım kararı almasıydı.
Bu olay bana bir başka elçilik olayını hatırlattı. 4 Kasım 1979’da, Humeyni yanlısı gençler, Tahran’daki ABD Elçilik binasını işgal etmiş, işgal tam 444 gün sürmüştü. Olayların bu noktaya gelişinin arkasında çok karmaşık bir tarihçe yatıyordu. Bu hafta bu tarihçeye göz atmak istiyorum, çünkü hem Batı ittifakının bir parçası olarak yakında İran’a Türkiye’nin de ‘nükleer yaptırımı’ uygulaması söz konusu olacağından, hem de ABD’nin NATO şemsiyesi altında Türkiye’ye yerleştireceği füze kalkanı dolayısıyla, yakın bir tarihte İran’la aynen İngiltere gibi karşı karşıya geleceğimizi düşünüyorum.
‘1951 Yılının Adamı’ Musaddık
ABD’de yayımlanan ünlü Time dergisi Ocak 1952’de, uzun boylu, uzun-solgun yüzlü, yaşlı bir İranlının ‘1951 Yılı’nın Adamı’ olduğunu duyurmuştu. Soyu Kaçar Hanedanı’na dayanan, babası da bir zamanlar bakan olan 70 yaşında bir hukukçu, ülkenin başbakanı Muhammed Musaddık’tı bu adam. Derginin “yaşlı, tuhaf bir büyücü” diye nitelediği Musaddık milliyetçiydi, parlak bir düşünce insanıydı. İsviçre’de eğitim görmüştü, hukuk alanında doktorası vardı. Demokrasiye ve sekülerizme inanıyordu. Çok iyi bir hatipti. Fiziksel açıdan yaşadığı sıkıntıları, örneğin tartışmalar sırasında sıkça girdiği öfke nöbetleri ve bayılmaları bile kendi lehine çevirmeyi biliyordu. Batılılara göre “pijamalarını çıkarmayan, ekzantrik bir ihtiyar”dı ama Şiilik ve şe-hitlik konusundaki görüşleri İran’ın kültürel mirasının bir parçasıydı ve bu görüşler kitleleri seferber etmesini sağlıyordu.
Petrol millileştiriliyor
Nisan 1951’de, Musaddık’ın önerisi ile İran Meclisi Anglo-Persian Petrol Şirketi’ni millileştirme kararı alınca halk ve aydınlar öylesine coşmuştu ki, Rıza Şah, Musaddık’ı başbakan olarak atamak zorunda kalmıştı. Ama petrolün millileştirilmesi İngiltere için tam bir felaketti. Çünkü İngiltere’deki her araç, her ev, her fabrika, İran’dan gelen petrole bağımlıydı. Şimdi İranlılar bu petrolün musluğunu ellerine geçirmişti. İçerde ve dışarda muhalif kuvvetlerin Musaddık’ı devirmek üzere örgütlenmesi iki yıl kadar sürdü. Bu süre içinde Musaddık’ı devirmek için ekonomik ambargo, limanların ablukaya alınması, Musaddık’ı BM’ye ve Uluslararası Adalet Divanı’na şikâyet etmek gibi, her yol denendi ancak başarılı olunamadı. Bunun üzerine, İngilizler, ABD Başkanı H. Truman’dan Musaddık’ı devirmesini istediler. Truman bu teklifi reddetti, çünkü Kore Savaşı, Mc Charty’cilik ve çürümüşlük yüzünden çok yıpranmıştı. Ancak 20 Ocak 1953’te iktidara gelen D. Eisenhower döneminde ibre Musaddık muhaliflerinden yana döndü. Çünkü yeni dışişleri bakanı J. Foster Dulles’ın hayatı, uluslararası dev şirketlerin avukatlığını yaparak geçmişti. Dolayısıyla Anglo-İran Petrol Şirketi’ni çok iyi anlıyordu!
CIA ajanı İran’da
Britanya’nın MI6’sı ile işbirliği yapan CIA, 1953 yazında, Kermit Roosevelt adında bir ajanını, birkaç adam ve bir çanta dolusu parayla İran’a gönderdi. (K. Roosevelt, eski başkanlardan Theodore Roosevelt’in torunuydu.) Aynı ay, Eisenhower ve Britanya Başbakanı Churchill, darbenin yapılmasına karar verdiler. Elbette, Batı literatüründe bunun adı darbe değil “İran’ın aklıselime davet edilmesi” idi!
Batılıların desteğini alan Şah Rıza Pehlevi, Musaddık’ı Temmuz 1953’te görevden aldı. Ancak halkın tepkisi sert oldu. Halk kendi köyünde ömür boyu ev hapsine mahkûm edilen Musaddık için sokaklara döküldü, çıkan çatışmalarda yüzlerce kişi öldü. Olayların tırmanması üzerine, Şah eşini alıp Roma’ya kaçtı. Ardından ordu devreye girdi. Başbakanlık binası tanklarla bombalandı. Musaddık devrildi, tutuklandı, ‘vatana ihanet’le suçlanıp yargılandı ve ömrünün son yıllarını ev hapsinde geçirdi.
Beyaz Devrim ve Karşı Devrim
Darbenin ardından demokrasi bir kenara itildi; milliyetçi duygularsa dini duygularla harman edilerek sürekli güçlendi. Petrol sektörünü millileştirme hamleleri karşısında kendi başbakanını ‘mat’ eden ve yabancı petrol şirketlerini ülkeye davet eden İran Şahı’nın özgüveni yerine gelmişti. ABD’nin koruyucu kalkanı altında ülkesinin kaderini çizmekte daha etkin rol almaya soyunabilirdi artık. Bu vizyonun adı 1963’te kondu: ‘İnkilab-ı Sefid’ yani ‘Beyaz Devrim’. Şah’ın baskıcı ve zalim otokratik yönetimine ilk karşı koyuş o yılın Haziran ayında oldu. Öğrenci, kamu görevlisi, aydın, çarşı esnafı ve din adamlarından oluşan halkçı koalisyon, ‘İslam Devrimi’nin ilk kostümlü provasını yaptı. Ama hareket kanlı bir şekilde bastırıldı ve dini kanadı temsil eden İmam Humeyni ülkeden sürüldü. Humeyni, 4 Kasım 1964’te Türkiye’ye geldi, bir yıl kadar Bursa’da kaldıktan sonra Irak’a, Necef’e gitti. (Humeyni’nin Bursa günlerini kaynakçada linkini verdiğim yazıdan öğrenebilirsiniz.)
Kültür şoku ve din adamlarının rolü
En önemli muhalifinden kurtulan Şah, artan petrol gelirlerinin rüzgârını da kullanarak ülkeyi süratle, dünyanın en kalkınmış beş ülkesinden biri haline getirmeye soyundu. Bunun için hem ekonominin, hem de toplumun tamamen yenilenmesi gerekiyordu. Kamu kurumları özelleştirildi, feodal toprak yapısı yerle bir edildi, toprak köylülere satıldı. Tüm halkı kapsayacak bir sosyal güvenlik sistemi kuruldu. Köylere binlerce kişilik eğitim ve sağlık birimleri sevk edildi. Kültür alanında, eğitimde yeni hedefler belirlendi, müfredat baştan başa elden geçirildi. Batı tarzı giyim, yaşam, müzik teşvik edildi. Kadın hakları konusunda önemli adımlar atıldı.
Ancak halk, Şah’ın bu vizyonunu paylaşmıyordu. Çünkü gayrisafi milli hasıla artıyor olsa da, çok sayıda insan bundan yararlanamıyordu. Dengeleri bozulmuş kırsal alandan kentlere büyük bir göç yaşanıyor, bu kitleler kentlerde Batılı gibi giyinen ve yaşayan kadınları, erkekleri izliyorlar, kafaları karışıyordu. Yani büyük bir kültür şoku yaşıyorlardı. Böyle durumlarda onlara sadece din adamları ve Humeyni safından kişiler yardımcı oluyordu. Çünkü Şah, toplumu yönlendirmekte tek müttefiki olarak gördüğü din adamlarına şehirlerde camiler ve okullar inşa etmeleri, halktan para toplamaları için izin vererek onların elini güçlendirirken, başka hiçbir grubun örgütlenmesine izin vermemişti.
Persepolis törenleri
İran’da din adamlarının öncülüğündeki milliyetçilik kabarmaya başlarken ABD’deki Nixon yönetimi, Körfez bölgesinde Sovyetler Birliği’ne karşı hattı korumak için Şah’ı himaye etme eğilimindeydi. 1970’lerde, CIA ve Mossad ajanlarının aktif katkısını alan gizli polis teşkilatı SAVAK ve Evin Cezaevi, birer korku simgesi ve Şah’ın iktidarının maşaları olarak karanlık bir şöhrete kavuştu. Halk baskı altında inim inim inlerken, Şah, bir Rönesans’tan bahsediyordu. 1971’de antik kraliyet başkenti Persepolis’te kurulan aşırı gösterişli çadırlarda, dünya liderleri Şah’a ve ülkesine dair vizyonuna destek vermek için sıraya girmişti. Pers Kralı Kiros’a saygılarını sunan uyrukların devasa rölyefleri arasında Şah’ın İran Devleti’ni, İslam öncesi kimliğiyle taçlandırması başta ulema olmak üzere pek çoklarının tüylerini diken diken etti. Şah bu sırada katlanan petrol fiyatlarından yararlanıp çılgınlar gibi silah satın alıyordu. Ekonomi aşırı ısınmış, resesyon başlamıştı. Entelektüeller ya sürgünde, ya hapisteydi. Modern sanayi, ekonominin temel direği olan çarşıya zarar vermişti. Toplumdaki huzursuzluklar din adamlarının değişim çağrılarına güç kazandırıyordu. Bu kez Batılı ülkelerin planladığı bir devrim değil, bir ‘İslam Devrimi’ ufuktaydı. Kahramanı da Ayetullah Humeyni’ydi.
Humeyni’nin dönüşü
Milyonlarca kişinin sokaklara dökülüp Şah aleyhinde gösterilere girişmesi uzun sürmedi. Şah, vaktinin daraldığının farkındaydı ama çaresizlik içindeki “Devrim çağrılarınızı duydum ve kabul ediyorum!” haykırışı geç kalmıştı ve yanıt bulmadı. Ok yaydan fırlamıştı; grevler, gösteriler, çatışmalar, cenaze törenleri birbirini izliyordu. Muhammed Rıza Şah’ın yapabileceği tek şey kalmıştı: Tatile çıkma bahanesiyle uçağa binip, 25 yıl önce olduğu gibi, bir gün geri dönebilmeyi ummak.
1 Şubat 1979’da Tahran’da müthiş bir hareketlilik vardı. Şah Muhammed Rıza Pehlevi iki haftadır ülkede değildi. Ayetullah Humeyni ve beraberindekiler ise, 14 yılı aşkın sürgün hayatı sonunda ülkeye dönüyordu. Uçağa, ‘Tahran Havaalanı’na iniş izni vermemek’ gibi bir son dakika girişimine rağmen Humeyni, 14 yılı aşkın sürgün hayatı sonunda uçağın kapısında görüldüğünde sevinç, coşku, milliyetçilik ve Batı karşıtlığından oluşan bir rüzgârı arkasına almıştı. Milyonlara varan kalabalıklar onun durgun, sakin, ihtiyatlı tavrı karşısında iyice coşmuştu.
Kum’a gitmekten vazgeçiş
Humeyni Paris’teyken iktidarda din adamlarının rol oynamayacağını söylemişti; “Bizzat ben, Kum’da bir medreseye gideceğim ve yeniden ilahiyat talebesi olacağım” demişti. Tahran’a uçarken kendisine eşlik eden Le Monde gazetesinin muhabirinin “20 yıllık sürgünden sonra dönerken ne hissediyorsunuz” sorusuna da “Hiçbir şey!” diye yanıt vermişti. Gerçekten de Humeyni ve yandaşlarının Paris’te hazırladıkları ‘anayasa taslağı’ denebilecek metin gayet demokratikti, ancak ekibin fikir değiştirmesi çabuk oldu. Bunun nedenini kestirmek zor. Belki de demokrasi söylemi başından beri iktidara el koymanın bir aracıydı. Belki de İran’a geldiklerinde demokratik kuvvetlerin aslında ne kadar zayıf ve dağınık olduğunu gördüler ve devrimlerinin yoldan çıkmasını istemediler. Bunun üzerine, demokrasiden çark edilerek tüm yetkileri Humeyni’nin elinde toplayan yeni bir taslak yazdılar. Humeyni de bunu kabul etti. Belki de iktidarın tadını almıştı. Gerçekçi olmak gerekirse, Humeyni devrimin gerçek sahibiydi ve devrimini sapmalardan korumak istiyordu. Bunun için de halkla bağlarını sağlamlaştırması gerekiyordu. Bunu da İran’daki din adamlarıyla iyi bağlantılar kurarak yapabilirdi, çünkü bazı tahminlere göre İran’da 160 bin din adamı bulunuyordu. Sadece Tahran’da altı bin cami vardı. Bu, her camideki din adamı, arkasında en az 100 kişi getiriyor demekti. Aydınlarınsa sokaktaki halk arasında böyle bir tabanı yoktu. Böylece dünyanın en uzun süren monarşisi tarihe gömülürken, komünist Tudeh Partisi’nin ‘cumhuriyet’ fikri ‘İslam Cumhuriyeti’ne tahvil edildi.
ABD Tahran Elçiliği’nin işgali
Devrimin ilk yılı tamamlanmadan, ülkenin yeni anayasasını hazırlama, ilk cumhurbaşkanını seçme hazırlıkları yapılırken dünyanın gözleri yeniden İran’a döndü. 1979 sonbaharında, ömrünün son aylarını geçirmekte olan devrik Şah kanser tedavisi görmek üzere ABD’deyken ABD’nin kötü ünlü ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski, İran’da yeni kurulan geçici hükümetin ılımlı başbakanı Mehdi Bazergân’la görüşüyordu. İranlı öğrenciler (iddiaya göre aralarında şimdiki Cumhurbaşkanı Ahmedinecad da vardı), Başbakan’ın davayı satmasından, dahası Şah’ı geri getirecek bir karşı devrim düzenlemesinden korktular ve 4 Kasım 1979’da Amerikan elçiliğini işgal ederek 66 kişiyi rehin aldılar. Rehineler arasında bulunan Bruce Laingen yıllar sonra Stephan Kinzer’e şunları anlatacaktı: “Yaklaşık bir yıl boyunca bir rehine olarak tecrit edilmiş hücremde oturuyordum ve beni rehine alanlardan biri, gardiyanlarımdan biri kapımda bekliyordu. Bu hücrede bir yılı aşkın bir süre oturarak biriktirdiğim kızgınlık ve hiddet taştı; ‘Bu insafsızlıktır, bu insan dışılıktır! Bu yaptığınız hem Allah’ın hem de insanlığın kurallarını çiğnemektir! Masum insanları rehine olarak tutamazsınız’ diye bağırmaya başladım. Böyle birkaç dakika devam ettim. Sonunda nefesim tükendiğinde rehineci bir süre sustu ve sonra hücreme uzanarak çok güzel bir İngilizce ile ‘Şikâyet etmeye hakkınız yok, çünkü 1953’te bütün ülkemizi rehin aldınız’ dedi.”
Ne yapmalı?
Eylem, iç ve dış koşulların iç içe geçmesiyle ve Humeyni’nin verdiği destekle uzun bir krize dönüştü. Dünya televizyonları 444 gün boyunca gözlerini iri iri açmış, sokaklarda “Amerika’ya ölüm!” diye bağıran, Amerikan bayrağını yakan İranlıların görüntülerini yayınladı. Kriz sırasında Humeyni muhaliflerini birer birer tasfiye edip rejimi radikalleştirirken, Reagan yönetimi, İran’ı dünya çapındaki terörizmin beşiği ilan etti. 1980’e gelindiğinde İranlı mollalar “Irak’ta devrim!” diye bağırırken, Saddam Hüseyin de İran’ı vurmak için iyi bir zaman olduğunu düşünüyordu. 8 yıl süren, bir milyondan fazla insanın ölümüyle biten ve galibi olmayan İran-Irak savaşından sonra olanları anlatmaya yerimiz yetmez ama şunu söyleyebiliriz: İran İslam Devrimi, demokrasi ve insan hakları açısından tam bir hayal kırıklığı oldu. Ancak bundan İran halkından ziyade Batı dünyasının siyasetçileri şikâyetçi oldu.
Bugün de Türkiye’nin de dahil olduğu Batı ittifakı İran’ı ‘yola getirmek’ için her yolu denemeye hazır görünüyor. ‘Aslında ne yapılması gerektiğini, Nobel Barış Ödül’lü, İranlı Avukat Şirin Ebadi’den dinleyelim: “Batı’nın, İran’da demokrasinin serpilmesi için yapabileceği en iyi şey İran’a yönelik bir saldırı yapmamak, bombalar yağdırmamak olur; hatta askerî bir saldırı tehdidi bile demokrasi önünde engel yaratacaktır. Zira İran hükümeti ulusal güvenliğe yönelik bu tehdidi, özgürlük taraftarlarını susturmak için bahane olarak kullanabilir. Özetle, demokrasi ve insan hakları ancak barış ve sükûnun hâkim olduğu bir ortamda tesis edilebilir; karışıklık yaratarak değil.”
özet kaynakça: Jahangir Amuzegar, Dynamics of the Iranian Revolution: The Pahlavis’ Triumph and Tragedy, State Univ. of New York Pr., 1991; Houchang E. Chehabi, Iranian Politics and Religious Modernism: The Liberation Movement of Iran Under Shah and Khomeini, NY: I.B. Tauris 1990; Stephen Kinzer, Şah’ın Bütün Adamları, İletişim, 2004; Ervand Abrahamian, Humeynizm, çev. M. Toprak, Metis, 2002; Jan Devletoğlu, “Humeyni Florya Plajı’nda yuhalandı”, http://arsiv.sabah.com.tr/2000/09/25/g03.html.