Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Ali Akay uzun yıllardır sanat-sosyoloji ilişkisi üzerine çalışmalar yürütüyor. Ali Akay’la, Gezi Parkı direnişini, yarının getireceklerini, sanatın bu direnişle birlikte kamusal alana nasıl taşındığını konuştuk. Akay, Gezi ruhunun Türkiye’de toplumsal olan her şeyin yeniden tanımlanmasına yol açan bir devrim yarattığını söylüyor.
ZEYNEP EKİM ELBAŞI
zeynepekim@agos.com.tr
• Gezi parkındaki kitlenin temel özellikleri nelerdi?
Gezi parkı çok heterojen bir yerdi. Merkezi olmayan, yatay bir mücadele biçimi hayata geçti. Çok geçişli, uluslararasına açılan, değişik insanların yan yana gelebildiği bir mücadele… Türkiye’nin şu anki sosyolojik vaziyetine uygun ama bildiğimiz siyasi vaziyetine uygun olmayan bir ortam yaşandı. Bu, benim “Ne zaman gelecek?” diye beklediğim bir şeydi.
• Neden bekliyordunuz böyle bir şeyi?
Örneğin iki senedir yapılan onur yürüyüşleri. Katılan insanların gay, lezbiyen, trans, heteroseksüel, solcu, feminist çok değişik kimliklerden gelmesi. İkincisi, Hrant Dink yürüyüşleri. Onunla başladı belki zaten. Sonra kürtaj karşıtı yasa için yapılan gösteriler derken, bu değişik ve memnun olmayan grupların bir olay karşısında yan yana geldiklerini veya kesiştiklerini gözlemledik. O bakımdan, bence siyasi partilere düşünecek çok fazla malzeme verdiler. Bu, uzun zamandır konuşulan bir şey ama Türkiye bu pratiği daha önce yaşamamıştı. Bütün eski siyasi parti söylemlerinin ne kadar arkaik ve kadük kaldığını gözlemledik. Benim için daha enteresan duran şey ise, siyasi partiler sonrası bir siyasetin nasıl oluşabileceği? Bu hem Türkiye’yi hem de dünyayı ilgilendiren bir sorun. Gezi Parkı direnişi bütün dünyada, Brezilya’dan Meksika’ya, Bulgaristan’a kadar büyük bir yankı yaptı. Seattle’dan gelen çizgi bugün İstanbul’da buluştu.
On küsur yıldır ‘öteki küreselleşmeciler’ diye adlandırdığımız bu grubun İstanbul’da büyük bir patlama yapmış olması, aslında Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu noktayla, kendi zenginliğiyle alakalı. Arap Baharı’na, Tahrir Meydanı’na hiç benzemiyor; İspanya’daki eylemlere de benzemiyor, çünkü orada kriz karşısında bir başkaldırı var. Dolayısıyla, krizin hiç olmadığı, tüketim toplumunun en yüksek noktaya gelmiş olduğu, tam bir 68 yaşandı… Ve her tarafın büyük bir zenginlikle kaplı olduğu anda patlak veren bu hareket, kriz hareketi değil, sosyal kriz hareketi. Bugünkü kriz, ekonomik krizden daha ciddi olan başka bir sosyal krizin patlak verdiğini gösterdi.
• Alandaki kitlenin farklılığı sizin için sürpriz olmadı mı?
Tam da beklediğim bir şeydi. Biz Taksim Platformu içinde hep bunları konuşuyorduk. Ve Taksim Platformu’nun içinde bazı insanlar “Şu ya da bu grubu sokmayalım” dedikleri zaman, “Tam tersine, eski tarihlerimizi unutalım ve olayın kesişme ânına bakalım ve kim orada varsa birlikte hareket edelim” diyorduk.
• Bundan sonrası için neler öngörüyorsunuz?
Başbakan şu an da ikili bir karşıtlık üzerine ülkeyi bölmeye çalışıyor; fakat bu, işin sosyolojisine uymuyor. Çünkü Türkiye 70’lerdeki gibi ideolojik ikilik yaşamıyor. Zaten ideolojinin bir anlamı kalmadı. Çünkü maddi bir şey değil ideoloji. İdeoloji bir hayali dünyanın kavramı. 18. yüzyıl Avrupası kraliyetten başka bir rejime doğru geçerken düşünce ve edebiyat dünyası yaratmıştı. Artık, Rousseau, Montesquieu üzerinden kurulu bir düşünce yapısı işlemez. Kimlik meselesi de aynı şekilde. Türkiye son 20 yılını kimlikler üzerinde tartışarak geçirdi. Ve epey zaman kaybetti. Çünkü sanatçılar kimlik meselesini çoktan çözmüşlerdi. Ama gazetecilerimiz, bazı üniversitelerimiz, bu kimlik meselesini fazla anakronik bir şekilde ortaya attılar. Bunu belki bir tek sanatçılar anlamışlardı. Bugün belki yavaş yavaş siyasi çevreler de anlamaya başlıyorlar. Bu umut verici bir şey. Bunun küçük bir moleküler devrim olduğunu düşünüyorum.
• Bu direniş vesilesiyle siyasi örgütlerin retoriği mizahla harmanlandı. Bu yaratıcılık halini nasıl yorumluyorsunuz?
Mizah Türkiye’de her zaman vardı. İleri giden şey Türkiye’nin toplumsal vaziyeti ve bugün gelmiş olduğu entelektüel konumu. Bu mizahla büyük bir zekâ gösterisi ortaya çıktı. İlla entelektüel bir şey olarak değil, sıradan insanın mizahı ortaya çıktı. Ve entelektüel bir güç olarak ortaya çıktı. Türkiye’deki güncel sanat çevresi içinde onlarla yaşadık son 15-20 yıldır. Bu hiçbir zaman için siyasetle uğraşanlara, üniversitelere veya gazeteci ve siyasi kesime ulaşmıyordu. Bugün ulaştı. Çok yakın zamana kadar sanatçı deyince şarkıcı anlaşılıyordu ama siyasi görüş bildiren sanatçı çok fazla yoktu. Plastik sanatlar yapan bir insanın bu işleri düşündüğü insanların aklından geçmezdi. Bugün anladılar zannediyorum. Olayı başlatanların ve sonuna kadar mücadele edenlerin içinde sanatçılar var. Belki de Gezi olaylarından sonra, önceden küçümsenen ya da salt para olarak bakılan sanatın siyasi bir şey olduğunun farkına varıldı.
• Direnişle birlikte sanat kamusal alana çıktı. Bu direniş, sanat üzerinde nasıl etki yapacaktır?
Sanat zaten hiçbir zaman sembolik bir şey olmadı. Anlam üzerine de kurulmadı. “Ne anlatıyor?” diye bir şey yok. Direniş değil mi konumuz… “Yaratı nedir?” sorusuna Deleuze, “Direnmedir” cevabını veriyordu. Yaratının kendisi, bildiğimiz şeylere karşı direnmek. Gezi Parkı bunun için çok ilginçti. Çünkü bildiğimiz şeylere karşı direndiler orada olanlar. Ve kendilerini hiçbir partiye kaptırmadılar. Hatta Kılıçdaroğlu galiba üçüncü gün oraya geldiğinde konuşturmadılar. Hiçbir partinin bu olayı üstlenmesine izin vermediler. Bu sosyal bir hareket olarak bir direnmedir. Sadece Gezi Parkı’nda kesilecek ağaçlara yahut Başbakan’ın sert tavırlarına, hareketlerine karşı direnmediler, aynı zamanda bütün siyasi partilerin merkeziliğine, ağabeyliğine, kardeşliğine, babalığına karşı direndiler. Müslümanı, Müslüman olmayanı, komünisti, komünist olmayanı, gay’i gay olmayanı, Kemalisti Kemalist olmayanı, Kürt’ü Kürt olmayanı, bütün bu insanları yan yana getiriyorsa, burada direnmenin bizzat kendisi var. Her şeye karşı direnme var. Kendi partilerine, kimliklerine, alışkın oldukları siyasi yapılara direnme var. Bu sanatsal bir şey. Oradaki kalabalık, oradaki çokluk, 21 gün boyunca sanatsal şekilde direnmeyi başardı. Bu bütün zihniyetleri değiştiren bir şey. O bakımdan 68’e çok benziyor. Yani bugünden sonra, bütün bu insanlar, eskisi gibi düşünemeyecekler.
• Sanat bu yeni dile ya da harekete nasıl tepki verecek?
Bu yeni dil dediğimiz eğer yaratının diliyse, bu dil toplumsal alanda ortaya çıktı. Zaten sanatçılar son 10-15 yıldır bu dili geliştiriyorlardı. Örneğin Seza Paker 2010 yılında ‘İsimsiz’ (Park) adlı videosunda parktaki mültecilerin söz söyleme ve kendilerini ifade ederek, mülteci kâğıtlarını vermeyen iktidarlara karşı direndiklerini gösteren bir çalışma yapmıştı. Bugünkü Gezi Parkı da direnmenin merkezi oldu. Klişe neyse o klişeyi bozabilecek her şeyi son 15 senede denedik sanat alanında. Ama bunun kimi medyaya yansıdı, kimi yansımadı. Görüyoruz ki medya zaten dökülüyor. Yıllardır bunu söylüyoruz. Artık 30 yıldır açılmaya çalışılan şeyin patladığını gördük. Kapak açıldı, buhar saçıldı her tarafa. Çünkü basın şimdi nasıl bu olaylar sırasında sessiz kaldıysa yıllarca marjinal dedikleri sanata sessiz kaldı. Anlamadılar, bakmadılar, ilgilenmediler. Bütün dertleri müzayede fiyatları, bildiğimiz bazı ressam isimleri oldu. Biz aşağı yukarı 15-20 yıldır bağırıyoruz ama duyulmuyor.
Biz bu direnişten ne öğrendik?
Ne sanat, ne siyaset, ne entelektüel dünya, ne basın eskisi gibi olabilir. Direnme eğer iktidar biçimlerine karşı direnmeyse, bu sadece Cumhurbaşkanlık, Başbakanlık, veya Valilik için değil her yerde olan küçük iktidarlara karşı da direnmenin parçası olacak. Yani küçük aile babalarından, kardeşlerden, kız kardeşlerini zorla evlendirenlerden, onların kan davalarını savunanlardan, babalık yapıp bir şey verdiğini zannedip zorla bir şeyler yaptırmaya uğraşanlardan, bütün Oedip’ten kurtulma hareketi oldu bu.
Her türlü “ahlaki, toplumsal, etik” diye adlandırılan kurallara karşı çıkıldı. Yani tam bir özgürlük alanı, komün oldu orada. Gezi Parkı’nın o son şenlikli halini gördüğünüz zaman “Artık kimse buraya bir şey yapamaz” duygusu yerleşti herkese. Çünkü her şeyiyle, eğlencesiyle, kütüphanesiyle, içkisiyle, çayıyla, simidiyle, forumlarıyla, orayı harika işlettiler. Yani hem entelektüel, hem eğlenceli, hem de popüler kültüre ait olanı, bu üçünü birleştirebilecek olan kuvveti orada gördük. Bu 20 gün süren direnmeyi zaten o kuvvet gerçekleştirebildi. Birileri, direnişin dağıldığını, yahut hükümetin istediğini yapmakta kuvvetli geldiğini düşünüyorsa bence yanılıyor. Gezi Parkı’nın kuvveti kırılganlığından, zayıflığından geldi. Minör politika dediğim şey bu kırılganlığın kuvveti. Ve ne AKP, ne Başbakan’ın kendisi, ne valilik, ne medya patronları, ne devlet medyası, hiçbiri bu küçük kırılganlık kuvveti karşısında başarıya ulaşamadılar. Ve sonuçta, acıklı bir şey ama herkes alay ve mizah konusu oldu. Kırılganlık bir zeka göstergesiyken, zorbalık alay konusu haline geldi. Yani belediye başkanlarını dinlediğiniz zaman söyleyecek lafları yoktu. Hiçbir argümanları yoktu. Devletin askeri ve polis gücü her zaman kuvvetlidir, söyleyecek bir şey yok ama bu direnme o kırılganlığının kuvvetini gösterdi ve bundan sonra emin olduğum şey, bütün bu zihniyetlerde değişiklik ortaya çıkacak. Toplumsal büyük bir çoğunluk, bu yeni küresel düzen içindeki direniş hareketlerinin mantığı içinden düşünmeye başlayacak artık.