Ragıp Zarakolu: Hey gidi Sanasaryan Han!

RAGIP ZARAKOLU * / Sene 2012, dün kar yağdı Kandıra’ya. Ben yine geçmişe daldım ve S. Ali’nin hâlâ yanıtlanmamış o dilekçesini düşündüm

 

Bakalım 90 küsur yıl sonra adalet tecelli edecek mi?

Sanasaryan Han'ın mülkiyetinin gerçek sahibi olan vakfa iadesi için Vakıflar İdaresi'ne karşı dava açılmış.

Devletin Vakıflar İdaresi Türkiye'nin belki de en zengin mülk sahipleri arasındadır.

Eminönü'nde Yeni Cami'nin kemerli geçidinin yanında Vakıflar İdaresi'nin bir satış yeri vardır. Burada vakıf zeytini satılır. Ve ben her geçişimde, 'acaba kimin tarlalarının zeytinidir bunlar' diye sorarım. Öyle ya, ne ilgisi var vakıf ile zeytinin? Meraklısı Nevzat Onaran'ın yıllarını verdiği 'Emval-i Metruke' adlı belgesel araştırmasını okur! Ne olmuş da, bunca mülkün sahibi sırra kadem basıp, ortadan kaybolmuş da, ne yapsın zavallı devlet de, 'terk edilmiş, sahipsiz kalmış' mal ve mülk ile ilgilenmek zorunda kalmış.

Vapurdan inip, kısa yoldan tramvay yolunun üstünden atlayıp, BELGE 'ye doğru yürürken, daha sonra Sanasaryan Han'ın önünden geçerim. Ve ilk kez 'milli' oluşumu hatırlarım.

Sene 1971, aylardan temmuz... 1970 15-16 Haziran'ından sonra olduğu gibi, Göztepe'de amcamın oğlu Hakkı Zarakol'un evinde kalıyorum. 'Ne olur, ne olmaz' diyerek. Sınıf arkadaşım Yücel Yaman 'İngilizce sınavına çalıştır beni' diyor. Beyazıd'da Çınaraltı'nda buluşacağız. Vapur kaçıyor, geç kalıyorum, buluşamıyoruz. Süleymaniye'de rahmetli Bülent Yardımcı'nın ahşap evine uğrayım diyorum. Üşeniyor, 'hadi Fatih'e eve gideyim, annemi de görürüm' diyorum. Kucaklaşıyoruz, bir duş alıyorum. Dinlenirken annem geliyor, 'iki arkadaşın seni istiyor' diyor. Gidiyorum, 'iki sivil'. Klasik cümle, 'bir ifadeniz var'. Önce, troleybüs Fatihten, Sirkeci, oradan ver elini Sanasaryan Han!

Kapıda 'çift ay' var iç içe bakan, Emniyet Amirliği'nin en gizemli, en korkulan kapısı: Siyasi Şube!

O kapıdan girerken, 'vay be, gerçekten varmış böyle bir yer' diyorum, ürpererek.

Babamın öğretmen arkadaşı Hasan Basri Alp 1945 yılında burada ölmüş işkencede ve sonra 'kaçarken damdan düştü' denilmiş.

Bu ölüm olayı ile ilgili ilk suç duyurusu, Şanlı devletimizin ve ordumuzun 1. No'lu Sıkı Yönetim Mahkemesi'ne yapılmış. Tarih 26.11.1945. Suç duyurusunu yapan zat, Sebahattin Ali. Tam 8 gün sonra, 'milliyetçi gençlik', çıkardığı 'Yeni Dünya' gazetesini, 'Tan' gazetesi ile birlikte tarumar, yerle bir edecek!

Şöyle diyor, 65 yıldır devletin yanıt vermediği 'işkence' suç duyurusunda, büyük yazarımız Sebahattin Ali:

'Huzurunuzda yargılanmakta olan bizler, birçok defalar İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde maruz kaldığımız işkence ve hakaretlerden bahsettik. S. Ali, bu zalimce uygulamaları, 'ortaçağ barbarlığı' ile eş tutuyor ve 'Türkiye Cumhuriyetinin İstanbul şehrinde Bastille Zindanı'nın mezalimini bile gölgede bırakan bir Emniyet Müdürlüğü var' diyor.

S. Ali, bu iş hanının bir işkencehaneye çevrilmesi için, ve özel 'tabutluk' gibi hücrelerin hazırlanması için eski emniyet amirlerinden Haluk Nihat Pepeyi'nin Nazi Almanya'sında ve onun kuklası orta Avrupa ülkelerinde incelemelerde bulunduğunu belirtiyor ve 'insanlığın en büyük düşmanı Alman faşizmi metodları, halkın gözünden gizil olarak uygulama sahası buluyor' diye devam ediyor.

S. Ali daha sonra hücrelere anlatıyor. Bunlardan 19 ve 20 nolu olanı ünlü tabutluktur. Bu hücrenin eni 60 cm, derinliği 40 cm ve yüksekliği ise 1.80 metredir. 'Burada yatanlar uykudan mahrum, aç ve susuzdurlar'.

35 hücreden sadece 6'sındaküçük pencere vardır ve hava alır. Diğerleri hava almaktan da yoksundur.

'İ.Ü. İktisat Fakültesi asistanlarından Mihri Belli 33 nolu odada 4.5 ay hapsedilmiştir. Verem olan Ferit Teksoy, 6 gün aç susuz, tabutlukta tutulmuştur... Birçoğumuz tabutlukta tutulma işkencesine maruz kaldık...'

S. Ali daha sonra dilekçesinde sorgu yöntemlerini, işkenceleri anlatıyor. İşkencenin geceleri 'komisyon' adı verilen 4-5 kişilik gruplarca yürütüldüğünü söylüyor ve Emniyet Müdürü Ahmet Demir [DP döneminde de yıldızı parlak olacaktı] ve diğer polis memurlarının adlarını veriyor.

S. Ali, öğretmen Hasan Basri Alp'in işkencede öldüğünü duyurduktan sonra, İ.Ü. Felsefe Bölümü son sınıf öğrencisi Kemalettin Özerdem'in delirdiğini, yine felsefe öğrencisi tazyikli su işkencesinden sonra iki kez intihara kalkıştığını söylüyor ve ressam Nuri İyem'in ise ciddi sinir krizlerini geçirdiğini ekliyor.

S. Ali, 'mevcut şartların faşist bir memlekette olması akıl alabilir' diyor ve 'Emniyet Müdürlüğü adıyla anılan müessese bu memlekette bugünkü şekli ile ayakta durdukça yurdumuzda demokrasinin katresinin bulunduğunu iddia etmek gülünç olur' diye devam ediyor, Sıkı Yönetim Komutanlığı'na verdiği dilekçesinde.

Ve nihayetinde, hücrelerde keşif yapılmasını, Özerdem'in delirmesinin ve Hasan Basri öğretmenin nasıl öldüğünün incelenmesini, 'Anayasanın 82. maddesi gereğince birlikte talep eder, saygılarımızı arz ederiz' diye sonlandırıyor.

Evet, 1971 temmuz'unda benim ifademi de, kalın gözlüklü, zayıf, 1951 tutuklamalarında da görev yapmış yaşlıca bir komiser aldı ve 'kimler geçmedi ki elimizden' dedi.

Sene 2012, aylardan ocak, dün kar yağdı Kandıra Cezaevi'ne ve ben yine geçmişe daldım ve S. Ali'nin hâlâ yanıtlanmamış dilekçesini düşündüm. 'Dün, bugündür bu ülkede her daim' dedim kendime avluda, kar altında volta atarken. Son bir not: Sıvas Kongresi'nin yapıldığı bina da Sanasaryanların mıydı?

16.01.2012

(Taraf - 4.2.2012)