Türkiye’deki protesto eylemleri üzerine doktora tezi yapan siyaset bilimci Doç. Ayşen Uysal, Gezi Direnişi karşısında Başbakan Erdoğan’ın tutumunu değerlendirdi: “Göstericileri kendi içinde bölmek kadar, onların karşısına karşı-eylemcileri çıkarmak da Türkiye’deki devlet geleneğinin vazgeçmediği bir politika'
AYŞEN UYSAL
Bütün dünyanın gözü kulağı iki haftadır Taksim Gezi Parkı protestolarında. Hem anlamaya çalışıyorlar hem de eylemlerin akıbetinin ne olacağını tartışıyorlar. Aslında Türkiye’de de durum farklı değil. Bundan üç hafta önce Türkiye’de böyle geniş katılımlı protesto eylemleri olacağını belki de hiçbirimiz düşünmezdik. Zira devletin protesto eylemlerini siyasete olağan katılım biçimi olarak görmediği ve eylemlere katılımın bedelinin ağır olduğu ülkemizde eylem sayısı demokrasi ile yönetilen birçok ülkeye göre oldukça az olduğu gibi, eylemlerin karar alma süreçlerine etkisi de son derece sınırlı, hatta etkisiz. Bu eylemlerin toplumun çok farklı kesimlerine yayılmasını anlamak için aslında hükümetin icraatlarının son birkaç ayına bakmak bile yeterli. Gezi Parkı direnişi aslında, ODTÜ’de, İstanbul 1 Mayıs’ında uygulanan ve giderek artan polis şiddetine tepkinin patlama noktası olarak okunmalı. Dozu giderek artan polis şiddetine, hükümetin özel alana müdahale eden düzenlemeleri ve Suriye politikalarının yol açtığı Reyhanlı saldırısı da eklenince, biriken tepkiler Gezi Parkı meselesinde açığa çıktı. Herhangi başka bir mesele karşısında da çıkabilirdi. Kısmet Gezi Parkı’naymış. Bir parkın rant alanına dönüştürülmesi gibi herkesi ilgilendiren ve doğrudan politik çağrışımları olmayan bir meseleden hareketle çıkınca da toplumun farklı kesimlerini “tek adam politikaları” karşısında daha kolay birleştirebildi.
İç ve dış düşmanlar
Eylemcilerin toplumsal profili ve eylem biçimlerine, geliştirdikleri direniş sanatlarına dair çok şey söylenebilir. Ancak üzerinde özellikle durmak istediğim daha çok devletin eylemler karşısındaki politikaları ve stratejileri. Yaklaşık 15 gündür uygulanan eylemleri denetleme ve bastırma politikalarına baktığımızda, hükümetler değişse de Cumhuriyet tarihi boyunca çok da değişmeyen tanıdık denetleme biçimleriyle yine karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Özellikle de 11 Haziran sabahı Taksim’deki polis müdahalesinde kullanılan yöntemler ve başbakanın eylemlerin başından beri kullandığı dil çok tanıdık. En dikkat çekenlerini birkaç maddede özetleyebiliriz. İlki, sokağa çıkan yurttaşların muhalif olarak değil de, düşman olarak görülmesi. Söz konusu olan iç düşmandır ve her daim iç düşmanın ipleri elinde tutan dış düşmanlar vardır. Devletin güvenlik güçlerinin eylemcileri iç düşman olarak gördüğünün en tipik göstergeleri, polisin etkisizleştirmek ya da dağıtmak için değil, yok etmek ya da sakat bırakmak için saldırması, AKM’deki pankart ve bayrakların indirilmesinin ardından binaya Türk bayrağı asılmasıdır. Özellikle son örnek, polisin kaybedilmiş toprakları düşmandan geri aldığı algısına sahip olduğunu açıkça gösteriyor. Bu iç düşmanları yönlendiren ‘faiz lobisi’dir, Türkiye’nin ekonomik refahını çekemeyen ülkelerdir, vs. İlki ile bağlantılı ikinci bir devlet politikası da, eylemcilerin marjinalleştirilmesi. Marjinal gruplar, çapulcular ifadeleri iktidarın söylemlerinden hiç eksik olmuyor. Son birkaç gündür daha görünür olan bir diğer strateji ise, göstericileri ‘iyi’ ve ‘kötü’ gösterici olarak kendi içinde bölmektir. Gezi Parkı içindeki ‘çevreci eylemciler’ ile çevrede konumlanan ‘marjinaller’ arasında başbakanın, valinin, vs. yaptığı ayrım tam da buna işaret eder. Eylemci grupları kendi içinde bölüp karşı karşıya getirerek hareketin seyrini değiştirmektir söz konusu olan. Dolayısıyla eylemlerin başarıya ulaşmasının yolu öncelikle göstericilerin tüm heterojenliklerine rağmen ayrışmamalarından geçiyor.
Göstericileri kendi içinde bölmek kadar, onların karşısına karşı-eylemcileri çıkarmak da Türkiye’deki devlet geleneğinin vazgeçmediği bir politika. Gezi Parkı eylemleri çerçevesinde bu politika iki biçimde vücut buluyor. İlki, eylemlerin bastırılmasında eylemcilere karşıt görüşte olanların seferber edilmesi ve böylece karşıt grupların çatıştırılması iken, ikincisi ise, Erdoğan’ın kendi tabanına miting çağrısı yapmasıdır. Her eylem, belli bir düşüncenin arkasındaki niceliğin resmedilmesidir aynı zamanda. Düzenlenen karşı mitingler de meseleyi bir nicelik mücadelesine dönüştürmektir. “Çoğunluk olan sen değilsin, benim” demenin yollarından biridir. Bu tür taktikler ülkeyi kutuplaşmalardan hareketle yönetme anlayışının bir parçası olarak karşımıza çıkar.
Belirsizlik hali
Türkiye’de eylemleri denetleme ve bastırma politikalarının ön plana çıkan bir diğer özelliği de, izlenen politikaların öngörülemezliği ve belirsizliğidir. Benzer toplumsal ve politik grupların aynı taleplerle yaptığı eylemlere bir kentte müdahalede bulunması, başka bir kentte tolerans göstermesi ya da aynı örgüt ya da grupların bazen sistematik polis şiddetine maruz kalması, bazı dönemlerde ise geniş hareket alanına sahip olması durumlarında olduğu gibi. 11 Haziran müdahalesinin hemen öncesinde Taksim eylemlerine müdahale olmaması, buna karşılık aynı günlerde Ankara’da polisin göstericilere çok sert müdahale etmesi bu öngörülemezliğin ve belirsizliğin tipik örneğidir. Muhalifler nerede ve ne zaman polis şiddetine maruz kalacağını öngörememektedir. Bu politika eylemlere katılımı caydırmak amaçlı olarak uygulanıyor.
Devletin eylemler konusundaki algısı değişmediği, eylemleri olağan ve normal bir katılım biçimi olarak görmediği sürece, polisin eylemleri ‘yönetme biçimi’ değişme şansına sahip değil. Gezi Parkı eylemleri aslında tam da bu algıyı değiştirme ve hükümeti normalleştirme mücadelesi olarak da görülmeli.