Cumhurbaşkanlığı seçimleri, adayların temsil ettiği partiler üzerinden hararetli değerlendirmelere tabi tutuluyor. Seçim sonrası CHP açısından ortaya çıkan durumu ve 6-7 Eylül’de yapılacak kurultayı, Dokuz Eylül Üniversitesi siyaset bilimi öğretim üyesi ve özellikle CHP ile ilgili çalışmalarıyla da tanınan Ayşen Uysal’a sorduk.
AYŞEN UYSAL
Cumhuriyet Halk Partisi bir seçimden daha umduğunu bulamadı ve her başarısız adımda olduğu gibi bu sefer de, seçim sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte genel başkanının istifası ve kurultayın toplanması yönünde talepler yükseldi. Kemal Kılıçdaroğlu bu defa kendinden emin bir biçimde ve “ulusalcıların partideki kökünü kazımak için” taarruza geçti, 6-7 Eylül’de kurultayı toplama kararı aldı. Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde partisinin izlediği stratejinin yanlış olduğunu kabullenmiş görünmekle birlikte, eleştiriler karşısında bu defa daha kendinden emin ve dik duran bir tavır sergiledi.
Kendinden emin oluşunun arkasında iki faktör var: Bunlardan ilki Mustafa Sarıgül ile anlaşmaları, Sarıgül ve ekibinin desteğini alması. Yerel seçimlerde İstanbul’da tatmin edici sonuçlar alamaması nedeniyle Sarıgül’ün bu kurultayda bir güç olarak ortaya çıkması, hele hele aday olması kendisi açısından zaten hesaplarına uymazdı; bu nedenle o da tercihini Kılıçdaroğlu’ndan yana kullanmayı çıkarlarına uygun bulmuş olsa gerek. Türkiye’de parti siyaseti, her şeyden önce bir çıkar hesabı işi olarak yürür. Dolayısıyla da her kurultay, aynı zamanda ittifakların yeniden şekillendiği, kartların yeniden karıldığı ve delege üzerinden matematik hesapların yapıldığı süreçler olarak karşımıza çıkar. Böylece ilk ittifak, Kılıçdaroğlu-Sarıgül birlikteliği olarak şekillendi.
Parti içi muhalefetin yapısı
Kılıçdaroğlu’nun kendine güvenli bir biçimde ortaya çıkmasının bir diğer nedeni ise, kendisinin genel başkan olduğu tarihten beri, medyada parti içi muhalefetin “bir avuç ulusalcıya” endekslenmesi. Oysa, en azından cumhurbaşkanlığı seçim sürecini dikkatli izleyenler, parti politikalarına itirazın sadece “ulusalcı” olarak tanımlanan kesimden gelmediğini iyi bilir. Hem partililerde, hem de seçmen tabanında adayın kimliğine ve bizzat kendisine –partili olmaması, siyasetin içinden olmaması vs. Nedenlerle– ciddi bir tepki oluştuğu açıkça gözlenen bir durumdu. CHP’nin bu açıdan hem kendi örgütünü, hem de seçmenini kampanya süresince yeterince ikna edemediğinin de açık göstergeleri mevcut. Bazı örgütlerin seçim kampanyalarında çalışmaması gibi.
Parti örgütünün sıkıntıları
Parti içi muhalefetin “ulusalcılara” endekslenmesinin partinin mevcut yönetiminin çok işine yaradığı da aşikâr. En başta, parti yönetiminin “hep aynı huzur bozmaya çalışan kişiler” imajı yaratmalarını mümkün kılıyor. Üstelik de öne çıkan isimlerin “sicilinin” pek parlak olmaması, bu söylemi çok güçlendiriyor. Oysa, parti yönetiminin işine yarayan bu durumun, parti örgütü açısından oldukça olumsuz sonuçları var. Parti içinde sağlıklı bir tartışma ortamı yaratılmasına, eleştirilerin dillendirilmesine engel oluşturuyor. Eleştirenlerin bir kısmı “ulusalcılarla” anılmak istemediğinden, diğer bir kısmı da “bir grup ulusalcıdan iktidar çıkmayacağını” düşündüğünden, susmayı ya da karnından konuşmayı tercih ediyor. Kaldı ki “ulusalcı” - “yenilikçi” ayrışmasının ne kadar ideolojik, ne kadar çıkar temelli bir ayrışma olduğu da bir başka mesele. Eleştirilerin açıkça ifade edilmediği böyle bir durumda da, art arda başarısız olmuş bir yönetim giderek dokunulmazlık kazanıyor.
Dengeler değişir mi?
Bir de tabii yaklaşan genel seçimlerin etkisi var. Adaylık bekleyenlerin, delegeye her daim hâkim olan mevcut yönetimin karşısına geçmeleri, çıkar hesaplarına uymuyor. Adaylıkların kesinleşmesinden önceki süreçler, partilerde biat ve “büyük uzlaşma” –ama aynı zamanda büyük pazarlık– dönemleridir; çatışma dönemleri değil. Bu nedenle 6-7 Eylül Kurultayı’nda dengelerin değişmesi yönünde bir beklenti, olsa olsa boş bir beklentidir. En fazla Kılıçdaroğlu’na yakın durmayı tercih etmeyen “ulusalcılar”ı –zira yakın duran Haluk Koç örneği de var– daha da marjinalleştirir.
Sağ politikalar izlemekte ve sağcı adaylar göstermekte sakınca görmeyen, hatta bu durumu kaçınılmaz olarak kabul eden parti yönetiminin, muhalefetten ses biraz yükselince “Bak bize bir şey olursa ulusalcılar gelir, parti sağa kayar” diye bir iç düşman yaratması da son derece paradoksal, ama aynı zamanda bir yönetme biçimi. Kendisine düşmanlar yaratarak yönetimini sürdürmek, Türkiye’nin hiç yabancı olmadığı bir anlayış. CHP de bu anlayışı çok sahiplenmiş görünüyor.
Dolayısıyla, böyle bir parti yapısında, CHP’nin bir kurultayla güç dengeleri ve yönetimi kolay kolay değişmez; değişse değişse yeni bir kasetle değişir...
FOTOĞRAF: AA