Tiyatro Boğaziçi’nin ‘Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık’ adlı oyunu, 4 Mayıs Cumartesi günü 20:30’da Maya Sahnesi’nde yapılacak olan gösterimle sezonu kapatacak. Yönetmen ve oyuncu Metin Göksel’i oyunu konuştuk.
Tiyatro Boğaziçi’nin bu sezon sahneye koyduğu oyunlardan ‘Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık’, yıllardır aynı evde yaşayan bir baba-oğulun ilişkisinden yola çıkarak ‘iktidar’ kavramını sorgularken, Cumhuriyet döneminin başından bu yana süregelen sanat üslubunu da eleştiriyor. Ayşe Selen, Cüneyt Yalaz ve Metin Göksel’in rol aldığı oyun, genç yazar Can Merdan Doğan tarafından kaleme alınmış. Metni sahneye taşırken oyuna Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Shakespeare ve Kafka’yı da konuk eden Metin Göksel’le oyuna dair konuştuk.
• Cumhuriyet ideolojisi, aile ve aile reisleri arasında kurduğunuz paralelliği biraz anlatır mısınız?
Oyun aslında birkaç katmandan oluşuyor. Birincisi, baba-oğul hesaplaşmasından yola çıkan ama bu hesaplaşmanın olamayacağını gösteren, dolayısıyla bu hesaplaşmasının parodisi diyebileceğimiz katman. İkincisi, yok olan ‘ulus idealleri’ üzerinden kurduğumuz ve bugün ile geçmişte kalan değerlerin karşılaştığı katman. Günümüz toplumu ile kurucu ideallerin arasında oluşan büyük uçurum, toplumun ‘yeni’ duruma aradığı cevaplar ve aslında ortaya çıkan sorular, bu ikinci katmanın içeriğini oluşturuyordu. Buradan hareketle, babanın temsil ettiği kültürel değerler ve bir dönemin sanat anlayışı ile bugün tiyatroda oluşturulmaya çalışılan ‘yeni dil’ arasındaki ilişki, oyunda ele alınan bir diğer katman. Dolayısıyla oyundaki aile reisi Cumhuriyet’in Batılılaşmacı değerlerini temsil ederken, oyunda sürekli göndermede bulunulan Shakespeare ile özdeşleşiyordu.
• Kendi yaşamınızdan hiç beslendiniz mi oyunu sahneye koyarken? Sizin babanızla ilişkiniz nasıldır?
Baba-oğul ilişkisi ve aile konuları zaten tiyatronun da, sanatın diğer alanlarının da yıllardır ele aldığı, kadim bir konu. Biz bu baba-oğul sorununu ele alırken beslendiğimiz bir ok edebi kaynak da vardı. Konunun bireysel yanını ise yazara sormak daha doğru olacaktır sanırım. Ama metne bakacak olursak, babasıyla sorunu olmamasına imkân yok gibi. Beni soracak olursanız, cevabım tabii ki sorunlu olur.
• Bu ikili ilişkinin dışında kalan ‘Mürüvet’ karakteri iktidar-birey çatışmasının neresinde duruyor?
Mürüvet, eve kapanıp kalmış baba-oğula alternatif olarak sokakla ilişki kuran tek karakter oyundaki. Sokağın dinamiklerini eve taşıyan ama evdeki oyunsu ortama da uyum sağlayarak aslında evin bir parçasına dönüşmüş, küçük yaşta o eve girerek evin kızı, o kültürün bir parçası olmuş biri Mürüvet. Geldiği sınıfsal konum farkındalığını artırsa da oyuna katılmayı tercih ediyor. Baba’ya yani Hamdi Bey’e yapılan ‘kral’ göndermesinden hareketle, Mürüvet’i ‘kralın soytarısı’ olarak konumladık. Soytarı içerden biridir ama iktidarı zekice yollarla sorgulama, krala açıkça konuşma hakkına sahiptir.
• Oyunda, Cumhuriyet’in başlangıcından bugüne dek gelen oyunculuk üslubunu tiye alıyorsunuz. O ilk dönemin baskın ideolojisinin bugün hâlâ hüküm sürdüğü söylenebilir mi?
Orada tiye almaktan ziyade, bir dönemin tepeden inmeci kültürel uygulamalarının bu bedenlere tam olarak oturmamasını sorgulamak gibi bir durum söz konusu. Oyundaki ifadesiyle ‘kafasına şapka takmış bir Shakespeare’i sevmek çok zor oluyor. Bugün aynı kültürel yaklaşımlar hâkim değil ama eski kodlar birçok alanda varlığını sürdürüyor. Üstelik, ‘yeni’ olduğunu iddia eden birçok biçimin içinde de varlar. Oyunda sorgulanan tam olarak bu: Oğul babasıyla hesaplaşmayı bırakıp kendi sanatsal, kültürel, toplumsal dilini bulmalı; babanın paradigması içinde kaldıkça aynı dili üretmeye devam edecek. Bu dilin ne olacağı, artık bugünün sorusu.