Uğur Yücel’in yeni filmi ‘Soğuk’, Berlinale’de uluslararası prömiyerini yaptı. İzleyicinin yoğun ilgisiyle karşılaşan filmini Uğur Yücel anlattı: “Balabey ve diğer tüm karakterler, benim ülkeye ilişkin olarak dert edindiğim meselelerin insanları.”
Uğur Yücel'in yeni filmi 'Soğuk' Berlinale vesilesilye uluslarası prömiyerini yaptı. Berlinli sinemaseverlerin yoğun ilgi gösterdiği filmi fırsat bildik ve Uğur Yücel'le sohbet ettik.
Evrim Kaya
evrimkaya@gmail.com
Ayhan Safoğlu
aykanella@gmail.com
• ‘Soğuk’taki ‘Yazı Tura’ referansından yola çıkarak, iki filmin benzer düzlemlerde geçtiğini düşündük. Balabey karakteri ‘Yazı Tura’dan neleri miras alıyor?
Aslında Balabey ve diğer tüm karakterler benim ülkeye ilişkin olarak dert edindiğim meselelerin insanları. ‘Yazı Tura’nın üçüncü hikâyesiydi bu. Şekil değiştirdi ama öz itibariyle ayni derdin uzantıları. Yer dibinden gelen, milli eğitimle gövde bulan gizli uzlaşmacılık... Buzdağı hikâyeleri bunlar aslında. Kendinden olmayanı yok edicilik...
• Balabey bir devlet memuru ve birtakım mafyatik bağlantılar içinde olabileceği ima ediliyor. Son dönemde yaşanan politik gelişmeleri, hatta Hrant Dink cinayetini akılda tutarak, bunu taşra üzerinden bir derin devlet eleştirisi olarak görebilir miyiz?
Üç Rus orospu kaybolmuş, kim kovalayacak bu davayı! ‘Yazı Tura’ hikâyeleri bu tema üzerinden. Biri düşmanını vurur, sevgilisi çıkar. Diğerinde ırkçı gencin düşman ülkeden ibne ağabeyi gelir, onun uğruna kendi askerini vurur. Anadolu tragedyaları benim yazdıklarım.
Bir Ermeni vurulmuş, kim kovalayacak bu davayı? Esas kamanın oyduğu yer burası. Gerçekten sessiz bir yeraltı uzlaşması. Buzdağı bu ülke. Geldim gidiyorum, bir bunu anladım... Herkes, ucuz kahramanlıklar için, suyun altındaki günahsız akrabasını katlediyor.
• Bir de Rusya var filmde, hiç gidilmeyen ama hep sözü geçen bir ülke olarak. Hatta, Rusya’ya giden köprü bombalanıyor, Rus seks işçilerine durduk yere yapılan ‘Çeçen katili’ suçlaması toplumsal bilinçaltımızda bir yere işaret ediyor. Kars’ın komşu ülkeler açısından önemini de düşünürsek, filmin ödünç aldığı başka bir tarih var mı?
“Gürcüler, Azeriler, Ermeniler ve Türkler birbirine ne kadar çok benziyor” desek, bu milletler bundan ciddi bir rahatsızlık duyarlar. Ama aralarında sadece tel örgüler, duvarlar var. Kafkasya insanları hepsi. Danslar, folklor, yeme içme gibi gündelik kültürler neredeyse birbirinden geçiyor. Ve diğer yanda, kendi devletlerinin onlara sundukları resmi tarih var. Çoğunluğu yalan ve inkâr üzerine kurulmuş tarihler bunlar. Neyse, uzatmayayım... Her şey bitecek, sınırlar açılacak ve hepsi aynı halayları çekecekler kol kola. Bu da benim rüyam olsun. Ama şimdilik, “Düzerken aşkım, düzemezken Çeçen katili olur hayat kadınları.”
• Gezici Festival, Orhan Pamuk’un ‘Kar’ı, Reha Erdem’in ‘Kosmos’u gibi nedenlerle, Kars, son dönemde sanatın ilgi odağı oldu. ‘Soğuk’ta, şehir, yeni ve daha gerçekçi bir estetikle karşımıza çıktı. Bunun sizin Kars’la kurduğunuz ilişkiyle ilgili olduğunu hissediyoruz...
99 yılında İstanbul’dan Kars’a trenle giderken ‘Yazı Tura’yı bitiriyordum. Karlar altındaki Kars’ı çok beğendim. Sonra Gezici Festival’e gittiğimde iyice benimsedim. Orası bir filme mekân olmalıydı... ‘Alacakaranlık’ dizisinin ikinci sezonuna Kars’ta başladık. Kars’ın ekrana ya da perdeye yansıması oradan başlamıştır. Şimdi doğal plato haline geldi. ‘Soğuk’un Kars’la ilişkisiyse, öncelikle, filmde istediğim çıkışsız atmosferi sağlaması ve eski bir Rus yerleşimi olması. Kars bana filmle ilgili çok renkli sahneler verdi ama onları çekmedim. Kendimi bu ülkenin bütün kıyısı köşesini iyi okumuş, çok eski bir Anadolu insanı olarak tanımlıyorum. İstanbul’da doğup büyümüş ama esas Anadolu’da beliren biriyim.
• Balabey’i horozuyla gördüğümüzde ‘Tabutta Rövaşata’nın Mahsun’u geldi aklımıza. Yarı deli, hayvanlara karşı şefkat dolu ama bir o kadar erksiz ve belki bundan dolayı zalim erkek karakterler... Son dönem Türkiye sineması ve belki edebiyatından, üzerinizde etki bırakan başka erkek karakterler var mı?
Sinema üzerine yazanlar çıkarsamaları çok seviyor, hatta bazı benzetmeleri bulmaktan sevinç duyuyorlar ama bu, senaryoyu yazanı üzebilir. Balabey bir zalim değil. Ayrıca biri çıkıp da akıl hastası diyebilir, bununla ilgili birçok diyalog da attım seyircinin önüne ama “O bir deli” derlerse hemen inkâr ederim. Ben etkilenmekten korkan biriyim. Başka işlerde yazdıklarıma benzer karakterler bulunmasından ürkerim. Hemen savurup atarım filmden o karakteri. Kendi muhayyilem beni eğliyor. Kendime övgü düzmek istemiyorum ama yazdıklarıma ancak hayat benziyor.
• Berlin’de, filmin Avrupa’daki ilk gösterimi yapıldı. İzleyicilerden, zorla evlendirilmeyle, kadına yönelik şiddetin gösterilmesinin Türkiye’nin imajı açısından anlamıyla ilgili sorular geldi. Türkiyeli hikâyelerin Avrupa’da tam olarak anlaşılabildiğini düşünüyor musunuz?
Oradaki Türkler kendilerinin dahil edilmediği hayattan korkuyorlar, hatta bir Alman korkuları var. Bu ciddi bir korku ve aleni olarak konuşulmayan, ancak terapilerde ortaya çıkan bir gerçek. Dedeleri bir vakit doğrudan köyden gitmiş, büyük şehir bile görmeden. Yalan bir tarih ve kati gelenekçilikten geliyor bugünkü kuşak. Bugünün genç sayılabilecek insanları, babalarıyla her anlamda ayrı düşüyor. Orada Türk, burada, Almancı olmak zor. Bu hâlâ değişmedi. Kendi resmi tarihleriyle mutluyken, insanlık tarihi hesap soruyor. Bir de benim gibi sevdikleri biri cebinde tek milletçilik, gömülü faşizm üzerinden eleştirel bir bakış açısı ortaya koyuyorsa, hemen üstünü örtmek istiyorlar; “Abi, bir de sen getirme bizi sofraya, bizim görmek istemediklerimizi gün ışığına çıkarma!” diyorlar. Oysa benim için, mensubu bulunduğum toplumun yapıp ettikleri ve sorumlu oldukları, koyu bir trajedi. “Böyle olmayalım” diye bağırıyorum işte. Kaldı ki, kadına şiddet sadece bize ait değil ki! Onu bile gizlemek istiyorlar...
Potsdamer Platz’da ayı kapanları
Berlin Film Festivali’nin ödülleri, 16 Şubat’ta yapılan törenle sahiplerini buldu. Altın Ayı’yı, Romanyalı yönetmen Cãlin Peter Netzer’in üçüncü uzun metraj filmi olan ‘Pozitia Copilului’ (Çocuğun Duruşu) aldı. Üst orta sınıf bir ailenin oğlu olan Barbu’nun yoldan geçmekte olan bir çocuğu kazayla öldürmesi üzerine gelişen olayları anlatan film, son dönemde ilgiyle takip edilen Romanya sinemasında karanlık konuları ele almakta ısrarlı bir geleneğin oluşmaya başladığını düşündürüyor.
Jüri Özel Ödülü olan Gümüş Ayı’yı, daha önce yabancı film dalında, Oscar da dahil olmak üzere pek çok uluslararası ödül alan Danis Tanovic’in, ‘An Episode in the Life of an Iron Picker’ (Bir Demir Toplayıcısının Hayatından Bir Kesit) kazandı.
Festivalin kurucusu Alfred Bauer adına sinemada yeni perspektifleri desteklemek için verilen Gümüş Ayı ise, bizim favorimiz olan, Kanadalı yönetmen Denis Côté’nin ‘Vic+Flo Saw a Bear’ (Vic+Flo Bir Ayı Gördü) adlı filmine gitti. Hapishaneden çıktıktan sonra hayata dahil olmaya çalışan, sinema tarihinin en tatlı, bir o kadar da zeki lezbiyen âşıkları Vic ve Flo’nun bir ayı kapanına düşme hikâyesi, anlatım teknikleri açısından, yarışmanın belki de en yaramaz filmiydi.
En İyi Yönetmen ödülü, ‘Prince Avalanche’ ile David Gordon Green’e; En İyi Kadın Oyuncu ödülü, festivalin favorileri arasında gösterilen Şili filmi ‘Gloria’nın başrol oyuncusu Paulina García’ya; En İyi Erkek oyuncu ödülü ise Danis Tanovic’in filminde karşımıza çıkan Nazıf Mujic’e verildi.
Uluslararası Sinema Yazarları Birliği ödülü olan FIPRESCI, en iyi yarışma filmi olarak Netzer’in filmini bir kez daha taçlandırdı. Birliğin Panorama seçkisinde ödüle layık bulduğu film, Anaïs Barbeau-Lavalette’in ‘Inch’Allah’ı (İnşallah) olurken, Cesar Oiticica Filho’nun Hélio Oiticica belgeseli Forum bölümünde ödül aldı.
Polonyalı eşcinsel bir vaizin hayatını anlatan ‘In the Name of’ en iyi kurmaca Teddy’sini aldı; belgesel dalında ise, bu ödül, Sébastien Lifshitz’in, Türkiyeli transseksüeller arasında iyi tanınan efsanevi Bambi’nin hayatına odaklanan filmine gitti.
Festivalde yarışan filmlerin, garip bir tesadüf sonucu birden fazlasında karşımıza çıkan ayı kapanlarıyla, yönetmenler, ödül için girilen rekabetle sanki tatlı tatlı dalga geçiyor gibiydi.