Hastaneler zor mekânlar, ölüm ile yaşam sınırında durulan ve en çok oradan çıkılabildiğinde sevilen yerler. Ancak söz konusu Ermeni toplumunun iki büyük hastanesi, 181 yıllık Surp Pırgiç ve 175 yıllık Surp Agop olduğunda, o binaların varlığından başka anlamlar da çıkar.
KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr
Surp Agop Hastanesi’nden hayatımda ilk kez 1996 Ağustos’unda içeri girdim. Yanımda Hrant Dink vardı; Agos’taki ilk aylarımdı ve araştırmacı yazarlığın ustası Kevork Pamukciyan’ı ziyarete gidiyorduk. Sıcacık bir yaz günüydü ve hayat hastanenin görkemli merdivenlerinden aşağı süzülürken de mis gibi kokuyordu. Kapıdan önce Hrant Dink girdi, çünkü Kevork Pamukciyan genç bir kadın ziyarete geliyor diye öncesinde pijamasını düzeltmek, saçını taramak isteyen bir beyefendiydi. Elimi sıktı ve uzun uzun toparlamak istediği araştırmaları anlattı. Oysa o loş odada ölüm vardı. Ve ölüm bana uzaktı.
Ermeni Katolik Surp Agop Hastanesi’nin 175. yılı kutlamalarının yapıldığı bugünlerde, hastanenin köklü geçmişini toparlamaya hazırlanırken, kurumun benim küçük tarihimle de örtüşen o günü aklıma geldi. İstanbul’da tipi yağarken, ben bir an o sıcak yaz gününü yaşadım.
Hastaneler zor mekânlar, ölüm ile yaşam sınırında durulan ve en çok oradan çıkılabildiğinde sevilen yerler. Ancak söz konusu Ermeni toplumunun iki büyük hastanesine, 180 yıllık Yedikule Surp Pırgiç ve 175 yıllık Elmadağ Surp Agop Hastaneleri olduğunda, esas olarak o binaların varlığından başka anlamlar da çıkarıyoruz. Tıpkı Patrikhane, kiliseler, okullar, vakıflar, dernekler ve gazeteler gibi, bu iki kurum da Ermeni toplumunun tarihinin tanığı. O yüzden onların bize kendimizi, kimlerden olduğumuzu anımsatan koordinat olma vasıfları var. Gelin o koordinatlardan Surp Agop Hastanesi’nin tarihinde şöyle bir gezinelim.
Ermeni Katolikleri ruhani önderi Başepsikopos Hovhannes Çolakyan ‘Tarihi Surp Agop Hastanemizin Dünü ve Bugünü’ başlıklı 2004 tarihli eserinde, “Yazılı evraklar, ananeler ve şahadet, tarihin başlıca kaynaklarıdır” diyerek Peder Sahak Sırabyan tarafından kaleme alınan ve 1915’te Viyana Mıkhitarist Matbaası’nda basılan eseri temel aldığını, kendi günlüğü, şahsi arşivi, dönem basını başta olmak üzere yeni dönemi toparladığını paylaşıyor. Bahsedilen gerçek anlamda tarihle bütünleşme: “Roma’da yüksek tahsilimi tamamladıktan sonra, İkinci Cihan Harbi’nin hitamında, 1946 yılında memleketime döndüğümde, eskimiş, yıpranmış, ahşap emektar Surp Agop Hastanesi’ni gördüm. Beş sene süre ile o müessesemizin din görevlisi oldum. Onun yıkılışını seyrettim. Yeni hastanenin temel atma töreninde hazır bulundum, onun inşasına şahit oldum. Altmış yıl boyunca cemaatin bir ferdi olarak, bu müessesemizin gelişmesini, faaliyetlerini yakından takip ettim. Tek kelime ile bu söylediklerimin görgü şahidi oldum.”
Bir ömür adanan o kurumun temeli 8 Şubat 1831 tarihinde, Kirkor Kılıçyan’ın Galata’daki evinde yapılan bir toplantıda, Ermeni Katolik cemaati için ihtiyaç duyulan bir kilise yapımının yanı sıra bir de hastane/fakirhane kurmanın gereği üzerine varılan ortak kararla atıldı. Tophane Amir-i Müşiri Halil Paşa ve Galata Kadısı’nın izin yazılarına dayanarak padişah fermanı ile kilise, fakirhane ve hastanenin yapımına ise 25 Aralık 1831’de başlandı.
Dönem İstanbul’da kolera ve veba salgınlarının kol gezdiği zamanlardı. Fakirler İdare Heyeti azalarından Artin Sakayan’ın yardımlarıyla bugünkü hastane ve çevre binalarının bulunduğu arsa, cemaatin fakirler kolunca 1836’da satın alındı. İlk olarak kolera ile vebadan mustarip hastaların tedavisi ve salgının durdurulmasının sağlanması amacıyla bir çadır hastanesi kuruldu. Ardından, idare heyetinin sabit bir hastane binası konusundaki ısrarı ile Artin Efendi, Gazaros oğlu Andon, Sakızlı oğlu Agop Ağalar harekete geçerek halktan toplanan paralarla inşaata başladı.
Gönüllü imece, özverili idare
Hastanenin temeli, kelimenin tam anlamıyla gönüllü bir imece üzerine kurulu. Surp Agop Hastane inşaatı 1836-1837 tarihleri arasında, ücretsiz ve tamamen gönüllü çalışan işçiler, katıkçılar ve darphane işçileri tarafından yapılmış, Muhasebeci Artin Hoca sayesinde inşaatın başına her hafta bir yönetim kurulu üyesinin gözetmen olarak durması neticesinde inşaatın ucuza yapılması sağlanmış. Kurulduğu yıllarda hastanenin geliri 4 ev, 4 dükkân ve bir sebze bahçesinden temin ediliyormuş.
Köklü kurumlar elbette birden çok lider vasfı taşıyan yöneticinin ve özverili ekiplerin, hayırseverlerin eseridir. Bu noktada hastanenin ilk dinî görevlisi, Peder Atanas Doğramacıyan’ı özellikle anmak gerekiyor. Surp Agop Hastanesi daha çadır hastanesi durumunda iken, tüm sorumluluk aynı zamanda doktor olarak kendisinin omuzlarındaydı. Sultan Mahmut Han’ın ikinci oğlunu yakalandığı hastalıktan kurtarınca, padişah fermanıyla her türlü harç ve vergiden muaf tutularak kendisine istediği zaman saraya girme izni verilen Dr. Doğramacıyan, yapımı tamamlanan hastaneyi şu satırlarla müjdeleyecekti: “Veba salgınına karşı milletimizin hastanesi yeni baştan inşa edildi. Çok güzel ve büyük 90 odası var; diğer cemaatlerde bunun benzeri yok. Hovsep Sıvacıoğlu’nun arazisinde mezarlığa yakın yerde yapıldı. Orada yapılmasına ben sebep oldum.”
Nusaybin Başepiskoposu Aziz Yakub’un adına ithaf edildiği girişteki mermer levhada kayıtlı hastane, veba salgınından sonra da türlü zorluklarla sınandı. Özellikle fakir hastalara ücretsiz tedavinin sürebilmesi için ek kaynaklar gerekti. 1845’te saraya ait çuha fabrikasındaki çalışmadan memnun kalan Sultan Abdülmecid’in Ohannes Dadyan’ı takdir etmesi ve ödül olarak Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’ne ekmek ve et yardımı yapması üzerine diğer Rum, Ermeni ve Musevi hastaneleri de bu yardımdan yararlanmaya başlamıştı.
Gayrımenkuller ve silinen izler
Bu noktada Ermeni toplumuna ait kurumları ayakta tutan dinamiğe ilişkin Başepiskopos Hovhannes Çolakyan’ın sözlerini anımsatmak gerekir: “Devlet yardımından yoksun cemaat hastaneleri varlıklarını koruyabilmek, faydalı ve yararlı faaliyetlerini sürdürebilmek için devamlı gelir kaynaklarına muhtaçtırlar. Aksi taktirde, özellikle şimdiki zamanımızda, giderek artan masrafları karşılayamaz duruma düşer ve nihayet faaliyetlerine son vermeye mecbur kalır. Atalarımız bu önemli keyfiyeti önceden sezmiş olduklarından, yıllar boyunca hastaneye sürekli gelir sağlayabilecek birçok gayrımenkuller bağışlamışlardır. Taksim’den Harbiye’ye doğru yol alırken, Elmadağ’ında bir adacık oluşturan ve hastanemizin geniş arazisini çepeçevre saran birçok bina dikkatimizi çeker. Bunları görünce, kalbimiz şükran ve hayranlık duyguları ile kabarırken, birçok kilisemizin kutsal duvarları üzerinde nakşedilmiş cümleleri ufak bir değişiklikle de olsa tekrarlamak isteriz: ‘Onlar Kiliseyi (Hastaneyi) yeni baştan temelinden inşa etmek için dünyevî hazinelerini hasretmekten kaçınmadılar.’ ”
Hastane eline geçen imkânları hep daha iyi hizmet olarak döndürme ilkesi üzerinden varlığını sürdürdü. 1854’te İstanbul’un en yakın taşrası Bursa’da meydana gelen deprem felaketi sonrasında depremzedeler Surp Agop Hastanesi’ne yerleştirilerek tedavi edildiler. Değişiklikler de birbirini takip etti. Ahşap Surp Agop Vosgeperan Fakirhanesi 1860’ta yıkılarak yatılı Agopyan Okulu açıldı. Yönetim kendi olanakları ile hastaneye bir hamam, morg ve otopsi odası kurdu. 1884-1888 yıllarında Elmadağ sokağında, vakfa ait arsa üzerinde ilk olarak 3 adet betonarme ev ve bunun yanı sıra 4 küçük kulübe inşa edildi. 1896-1898 döneminde ise, hastane gelirini artırma amacıyla 3 ev ile Köstebek sokağında üç katlı bir okul inşa edildi. Dr. Mihran Zartaryan gönüllü ve ücretsiz olarak hastanenin başına getirilirken ve o güne kadar hastanede laboratuvar bulunmadığından Dr. Aristidi Basan gözetiminde ilk defa olarak hastaneye laboratuvar kuruldu. Yine bu dönemde, çeşitli ameliyatların başarıyla ve yüksek sayıda yapıldığı hastane kayıtlarından anlaşılıyor. 1907-1908 yıllarında hayırsever Annig Çamiç’in önerisi ve para yardımı sayesinde düşkünler evinin yanındaki bahçeye 3 adet ameliyathane eklendi.
Bir dönem tanıklığı olarak Başepiskopos Çolakyan’a kulak verelim: “1905’ten itibaren Elmadağı Caddesi üzerinde aynı tip yirmi beş bina daha inşa edildi. O zamanlar bütün bu binaların cephesinde asılı tabelalarda Ermenice olarak hayırseverlerin isimleri yazılı idi. II. Dünya Harbi sonunda, Roma’da felsefe ve ilâhiyat tahsilini bitirip rahip olarak İstanbul’a döndüğümde, Surp Agop Hastanesi şapelinin dinî görevlisi iken, bu tabelaları orada gördüm. Bilâhare, neden, ne zaman ve nasıl ortadan yok oldular, bilemiyorum…”
İçinden tarih ve yenilik geçen hastane
İki yüzyıla yaklaşan bir kurumsal tarih, elbette pek çok ilginç olaya da birinci elden tanıklık anlamına geliyor. Hastane tarihinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı 1909’da İstanbul’da çıkan 31 Mart ayaklanmasının ayrı bir yeri var. Mustafa Kemal’in Kurmay Başkanlığını yaptığı Harekat Ordusu tarafından gerçekleştirilen harekat sırasında yaralanan birçok asker Dr. Fincancıyan ve Dr. Zartaryan’ın gözetiminde Surp Agop Hastanesi’nde tedavi edilmişler. Bu arada süregelen çatışmalar sırasında hastane bombalanmış ve Enver Paşa bizzat gelerek hastanede incelemeler yapmış…
Ancak söz konusu yapı eğer bir hastane ise tarihle yetinmek neredeyse imkânsız. Şifa vermenin temelinde kendini sürekli yenileme düsturu saklı. Daha önce yapılan ahşap binanın yetersizliği söz konusu olunca 1968’de Yüksek Mimar Aram Deragopyan’a yaptırılan bugünkü betonarme bina aynı yerde açılarak faaliyete geçti. Bu tarihten sonra da hastane sürekli bir değişim ve gelişim göstererek, çağdaş hizmet anlayışına ulaştı. Halen mevcut iki ameliyathanede, gerek cerrahi gerekse anestezi araç ve gereçleri açısından, uluslararası standartlar düzeyinde, son derece güvenli ve modern bir sistem kurulu. Üroloji, Genel Cerrahi, Kadın-Doğum ve KBB branşlarına ait, birçok endoskopik ameliyat artık hastanemizde güvenle yapılabiliyor. Her türlü röntgen incelemeleri, Ultrasonografi, Doppler Ultrasonografi incelemeleri, MRI, Bilgisayarlı Tomografi, Dijital Görüntüleme, Mamografi, Sintigrafiler, Anjiyografiler, Kemik Danstinometri Ölçümü, Panoramik Çene Filmi gibi incelemeler modern teknolojik cihazlarla gerçekleştirilirken hastalara ücretsiz ambulans servisi de sunuluyor. Bu haliyle Surp Agop Hastanesi, yinelenen, geliştirilen imkânlarını köklü geçmişinin hizmet geleneği ile harmanlayan ve ayrım gözetmeksizin herkese sağlık hizmeti vererek varlığını sürdüren bir kurum.
Hikâyenin tekrar başına dönecek olursam, Kevork Pamukciyan Surp Agop Hastanesi’ndeki ziyaretimizden kısa bir süre sonra hayata veda etti. Ölmeden önce aklı fikri halen tamamlaması gereken çalışmalardaydı. Nitekim ölüm döşeğinde iken 18 Ağustos 1996 Pazar günü 17’de, dostu M. Sabri Koz’a “Veliaht Yusuf İzzeddin İntihar mı Etti, Öldürüldü mü?” başlıklı son yazılarından birini yazdırıyordu. O gün Pamukciyan’ı ziyaret ettiğim ustam Hrant Dink de 11 yıl sonra gazetemizin önünde vuruldu. Aynı gün yayımlanan ‘Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği’ ebedi bir miras niyetine ‘mıh gibi’ kaldı.
O günkü gencecik kıza ölümün çok uzak olduğunu hatırlıyorum. Bugün ölümün kokusunu, rengini, tadını yakından biliyorum. Ama yüzümü Surp Agop Hastanesi’ne döndüğümde en çok hayatı görüyorum yine. Okul, kilise, dernek, vakıf ve Patrikhane gibi simge yapılarla birlikte bir şeyleri anımsatmak ve hatta unutturmamak istercesine kale gibi orada. O orada var oldukça, hayat bizler için de devam ediyor. Hâlâ ve ısrarla.
Prof. Boğos Zekiyan: ‘Tarihten feyz alıp geleceğe bakalım’
Surp Agop Hastanesi’nin 175. Kuruluş yılı şerefine 4 Ocak Cuma akşamı Fevziye Mektepleri Vakfı Işık Lisesi Salonu’nda özel bir program düzenledi. Prof. Boğos Levon Zekiyan’ın hastanenin tarihi önemi ve Ermeni kültürü odaklı sunumunun ardından Levon Eroyan da bir piyano resitali sundu. Zekiyan’ın konuşmasından bir bölümü paylaşıyoruz.
Türkiye Ermeni Katolik cemaatinin, genelde Ermeni Katolik cemaatlerinin ve Ermenilerin en önemli kurumlarından biri olan Surp Agop Hastanesi’nin 175. kuruluş yılını kutluyoruz. Hafızasız toplum hemen hemen yok gibidir. Fakat geçmişin bize ilham verici olması için geçmişi fetişe çevirmemek gerekir. Sadece geçmişe bakmakla hayat yaşanamaz, fakat geçmişi anlamadan geleceğe bakılamaz, gelecek tasarlanamaz. Biz de Surp Agop’un geçmişine bakarak gelecek için güç ve ilham almak, geleceğe daha güvenle ve umutla bakmak için toplandık.
Ermeni Katolik cemaati 1830’da II. Mahmud’un fermanıyla kuruluyor. Fakat ondan önce Roma Kilisesi’ne bağlı bir komünyon kurmuş olan bir Ermeni topluluğu vardı. Bu toplumun 1776’larda kendine özgü bir hastanesi de mevcuttu. Fakat bu hastane hakkında fazla bilgimiz yoktur. Daha sonra Ayazpaşa yokuşu üzerinde bir hastane olmuştur. Bunu anımsayan, o dönem İstanbul’da yaşamış Fransız bir doktordur. Bu hastane daha sonra yanmıştır.
1830’da Katolik cemaati kurulup İmparatorluğun başkentinde resmen tanındıktan sonra, cemaatin önde gelenleri bir hastane, bir huzurevi ve fakirlere yardım evi kurmak için toplanıyorlar. Bu toplantının ilk meyvesi olarak bugün Taksim’de Vosgeparan Kilisesi olan o arsa üzerine hastane, huzurevi ve fakirlerevi kuruluyor. O zaman kilise yok. O bina 50 odalı, 100 kişi alıyor. O sırada İstanbul’da çok büyük bir veba salgını çıkıyor, dolayısıyla hastane yetersiz kalıyor. Cemaatin önde gelenleri tekrar toplanıyor ve daha geniş bir arsa bulalım, deniyor. Vosgeperan şehrin sınırında, şehir Taksim’de bitiyor. Ardından Talimhane başlıyor. Talimhane’den ötede Pangaltı’na açılan bir yerde büyük bir arsa buluyorlar. Bunu satın almak pek kolay olmuyor. Çok büyük bir para gerekiyor. Bu para toplanıyor ve 1836 yılının Ağustosu’nda inşaat başlıyor, sadece bir sene sürüyor.
Biz bazen günümüz modern veya çağdaş insanlar olarakı her şeyin en iyisini yapar, en iyisini tüketir sanıyoruz. Tarihe baktıkça bunun tersinin doğru olduğu kanısına varıyorum. Çünkü bir senede hastane yapılıyor. Avrupa’da pek çok inşaatlar görmüşümdür ki seneler, seneler sürmüştür. Ve bazısı bitmemiştir bile.
Surp Agop Hastanesi’nin inşası gökten inen melek şeklinde algılanmamalı. Zaten birkaç yıl öncesinde Kazaz Amira Artin’in teşebbüsüyle Surp Pırgiç Hastanesi kuruluyor. 1776 yılında adı söylenmeyen, nerede bulunduğu zikredilmeyen bir hastane daha varmış. Demek ki bu bir gelenekten geliyor: Hıristiyan geleneğinde kardeş sevgisi ve dayanışma çok önemli bir fazilettir, faziletlerin faziletidir. Tüm emirler, şu tek emirde toplanıyor: Kardeşini kendin gibi seveceksin…
Ermeni geleneği 4. yüzyıldan, yani kraliyetin Hıristiyanlığı kabulünden az sonra gelişmeye başlıyor; yüzyıl ortalarında Aziz Nerses birçok yetimhane, hastane, mektep ve medrese kuruyor. Demek bu gelenek çok köklü bir gelenek. Çoğu kez kendilerine özgü bir devleti olmayan bir topluluk olarak yaşayan Ermenilerin, kendilerini idare etme, kendi yoksullarına yardım etme, onlarla dayanışma içinde olmaları bir içgüdü haline gelmiştir. İlk düşünülen kilise ve okul yapmak, bir de ağkadakhınam (fakirhane) kurmaktır. Yani toplumda aç, sokakta kalmış, evsiz barksız, yardıma muhtaç kimse bulunmamalı, temel prensip budur. Surp Agop Hastanesi bunun en güzel, gözümüzün önündeki en kıymetli örneklerinden biri. Bu yüzden tarihten feyz alıp geleceğe bakmak gerekir.
İstanbul, Ermenilerin manevi, edebi sanatsal merkezidir. 17, özellikle 18. ve 19. yüzyılların Ermenilerin kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla, her şeyiyle ilgili olarak ve bu yüzyıllardan anıtsal olarak İstanbul kadar muhafaza eden başka bir şehir bilmiyorum. Tiflis de önemli bir merkez olmuştur ama İstanbul’un ihtişamı, görkemi, zenginliği, edebiyat kültür ve sanat açısından söylüyorum, mukayese kabul etmez. Bu büyük kişiler aramızdadır, onların ruhları bugün buradadır ve özellikle sevinmektedirler. Ruhları şad olsun. Onların verdiği bu çok büyük örnek özellikle genç kuşaklar için ilham ve ışık kaynağı olsun.