Aykut Öztürk, dördüncü yazısında yine araştırması sırasında başına gelen çeşitli olayları kimlik ve aidiyet konusunda sorulabilecek türlü soruyla harmanlıyor. Bu haftaya özel olarak ise, gerek araştırma süresince gerek gündelik hayatta hepimizin karşısına çıkan kim olduğumuz, nereli olduğumuz, nasıl biri olduğumuz sorularına verdiğimiz cevapları hikâye anlatıcılığı ile ilişkilendirerek tahlil etmeyi öneriyor:
“Bizim tarihimiz ve hafızamız ne denli karman çormandı, çatışmalar eksik olmazdı ve gündelik ruh halimiz acılar ve etrafımızla giriştiğimiz mücadelelerle şekillenmişti. Avrupa bunun tam tersiydi.”
Aykut Öztürk
s.aykutozturk@gmail.com
Kenya’da bir köy
Bundan neredeyse 5 sene önce bir arkadaşımla bir aylığına Kenya’ya gidiyorum. Amacımız Nairobi’de bir iki gün kaldıktan sonra ülkenin batısında Uganda sınırında Sagam adlı bir köye gitmek. Arkadaşım oradaki STK’lar ile görüşecek ve belki de gelecekte orada bir tez araştırması yapacak. Ben ise turistten biraz hallice, sadece ilham almaya gidiyorum. İsrail ve Batı Şeria’da yapacağım araştırma gezimden önce belki de kafamda daha önce canlanmayan bir şeyler canlanır diye umuyorum. Ama yine de kabul edeyim, en büyük gitme nedenim oraları gezme ve görme isteğim oluyor.
Kalacağımız köye yerleştikten yaklaşık 2 hafta sonra arkadaşım hastalanıyor. En başta ciddi bir şey olmadığını düşünüyoruz ama hastalık sandığımızdan daha uzun sürünce biraz uzaktaki sağlık merkezine giriyoruz. Doktor arkadaşımı dinliyor ve reçete yazmak için adını soruyor. Arkadaşım adını söyleyince doktor afallıyor ve tekrar soruyor. Tekrar anlamayınca arkadaşıma Hıristiyan ismini söylemesini rica ediyor. Arkadaşım da böyle bir ismi olmadığını söylüyor. Doktor da neden Hıristiyan bir ismi olmadığını soruyor. Arkadaşım da Hıristiyan değiliz diyor. “Ah pardon” diyor doktor, “Yahudi olduğunuzu anlayamadım”. Arkadaşım Yahudi de olmadığımızı söyleyince artık ne düşündü bilemiyorum ama bunun üzerine arkadaşıma herhangi başka bir takma isme [nickname] sahip olup olmadığını soruyor. Arkadaşım herhangi bir takma isme de sahibi olmadığını söyleyince reçeteyi arkadaşımın adına en sonunda yazıyor.
Ben içimden biraz sinirleniyorum, memnunsuzluğum da yüzüme yansıyor. Sonuçta Hıristiyan ismi dediğinin illa ki İncil’den alınma bir isim olmak zorunda olmadığını biliyorum, benim adım William ya da arkadaşımın adı Fiona olsa hiçbir sorun olmayacak. Doktorun duymak istediği İngilizce konuşulan dünyada duymaya alıştığı ve kanıksadığı bir ismi duymak... Takma isim meselesi ise yine benzer bir durumdan kaynaklanıyor. Dünyayı gezen pek çok kişi esasında diğer insanlar tarafından anlaşılmak için kendilerine İngilizceden ya da başka bir batı dilinden ismi takma isim olarak kullanıyorlar. Ben de bu durumu çok geç anladım, anlayana kadar da yollarda tanıştığım çoğu Çinli ve Korelinin adının nasıl olup da Michael, David ya da Susan olduğu konusunda daha önce hiç düşünmemiş olduğumu fark ettim.
Şimdi geriye dönüp baktığımda hem yüzümde ifade bulan memnuniyetsizliğimi hem de duyduklarım karşısındaki şaşkınlığımı manasız buluyorum. Bunun iki nedeni var. Birincisi; daha önceki yazılarımda da sürekli gün yüzüne çıktığı üzere, esasında bu türden karşılaşmaların hiçbirimiz için kaçınılmaz olmadığı ve tahmin ettiğimizden daha sıklıkla kendimizi – adımızı ve nereden geldiğimizi – anlatmak durumunda kaldığımızı kabul etmiş bulunuyorum. İkincisi ise bunu kendime bir saldırı olarak görmüyorum. Eskiden sıklıkla düşünürdüm karşılaştığım diğer insanların neden benim dediklerimle yetinmediğini ve yaftayı yapıştırdığını.
Karşımdaki insanla barıştım mı peki? Bu soruya hem evet hem hayır cevabını verebilirim. Hayır; çünkü karşımdakinin kafasındaki şemaya sığmadığım ölçüde o şemanın içine sokulmaktan bıktım. Burada kategorik düşünmek insan doğasında var mıdır, karşılaştığımız bu karmaşık dünyayı daha anlamlı bir hale sokabilmek için şeyleri kafamızda sınıflandırıyor muyuz diye bir tartışmaya girmek gereksiz. Ama gerekli olan bahsettiğim kategorilerin neden uluslara ya da devletlere işaret ettiğini anlamak ve belki de bunun hakkında söylenmeye her fırsatta devam etmek.
Ama karşımdaki insanla barıştım da. Barıştım çünkü her zaman karşımdaki benim onu bir şeylerle anlamlandırdığım kadar beni bir şeylerle anlamlandırmıyor ve bu göreceli olarak iyi bir şey. Ancak daha da önemlisi, karşımdaki benim kendimi anlamlandırdığım kadar beni anlamlandırmıyor. Zaten benim geldiğim ülkeden çok da haberdar değil. Ve bunu sadece bir Türkiye-Kenya karşılaştırması üzerinden de düşünmüyorum. En yakınımızdaki ülkelerdeki insanlar (Ermenistan, Yunanistan, İran vb.) için de aynı şeyi rahatlıkla söyleyebilirim. Yani bu yaklaşımın tarihsel, coğrafi ya da kültürel uzaklık ve yakınlık ile açıklanabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum.
İşte çoğunlukla bizi rahatsız eden şey bu anlamların birbirleriyle tam olarak da örtüşmemesi, ama bundan da ziyade bu cümleleri kuran kişinin – yani benim – nereden geldiği. Sonuçta her şeyin bir açıklama, irade beyannamesi, simge, duruş vb. şekilde algılandığı ve sadece içinde yaşadığımız devletin değil en yakın arkadaşlarımızın bile bize bu şekilde yaklaşıp bizi cezalandırdığı bir ülkeden bahsediyorum. Bu da bazen, gündelik hayatta yukarıda bahsettiğim “kimse bizi anlamıyor, farklılıklarımızı ve benzerliklerimizi aynı anda göremiyor” genelleştirmesine sebebiyet verebiliyor. Yalnız, ben bu durumun, en azından kendimde gözlemlediğim şekliyle, paranoyakça yansımaları olabileceğini de görebiliyorum.
Bir bez çanta
Aklıma gelen en yakın ve anlatması en kolay örnek şu an yaşadığım Londra’dan. Bez çantam yırtıldığı için ev arkadaşımın bez çantasını alıyorum ve sokağa çıkıyorum. Çantanın üzerinde “Tibet’i Canlı Tutun” yazıyor. En başta, yani daha evden çıkmadan önce, pek üzerine düşünmüyorum ama dışarıda kendi kendime geliştirdiğim korkularım bu sıradan olayda bile gün yüzüne çıkıyor. Otobüste ve metroda, kantinde ve kütüphanede ne zaman bir Çinli görsem çantanın üzerinde bir şey yazmayan tarafını çeviriyorum. Böylelikle üzerinde ne yazdığı görünmüyor. Bunu çok da bilerek ve üzerine düşünerek yapmıyorum elbette. Ama farkına vardığım anda içimdeki bu endişelerin ne zaman biteceğine dair soru soruyorum.
Yalnız buradaki garip durum, korka korka büyümekle, konuşmaktan ve kendini anlatmaktan çekinerek yetişkinliğe adım atıvermiş olmakla alakalı değil. Buradaki garip durum dünyadaki her yaptığımızı – ya da benzeri şekilde her gördüğümüzü – siyasi bir duruş gibi algılamak. Şu anda kendime soruyorum, bir bez çanta taşıyarak ben kendimi “yürüyen siyasi duruş” (nedense siyaset duran bir şey olmak zorunda, hem “yürüyüp” hem siyasi “duruş” yapmak Türkçe’de bence anlamlı bir ironiye işaret ediyor) olarak mı var ediyorum ya da karşımdakiler beni böyle mi algılıyor? Elbette ki hayır. Peki, o zaman bu paranoyak ruh halinden kurtulmanın zamanı gelmedi mi? Evet çoktan geldi. Kendimce bir yol icat ettim bile.
Berlin’de bir araştırmacı
Londra Üniversitesi’ne bağlı okullardan UCL’de öğretim üyeliği yapan Ruth Mandel’in Batı Berlin’de 1980’lerin sonunda duvar yıkılmadan önce Türkiye’den göçmenler üzerine yaptığı bir araştırması var (İlgilenenler için bknz. Cosmopolitan Anxieties: Turkish Challenges to Citizenship and Belonging in Germany).
Kitabın bir kısmında yazar Berlin’e ilk gelişini ve araştırmaya nasıl hazırlandığından bahsediyor. En başta okurla Amerikalı bir Yahudi olarak Berlin’de bulunmanın kendinde yarattığı hissiyatı paylaşıyor. Almanlarla bir arada bulunmanın, onlarla aynı otobüslere binmenin ve sokaklarda yürümenin, yani gündelik hayatın Holokost üzerine düşündürdüklerini kısaca anlatıyor bize. Yalnız Mandel, bir şeyler fark ediyor: birlikte yaşadığı Almanların bakışlarında tam tarif edemediği bir tedirginlik ya da memnuniyetsizlik ifadesi yakalıyor ve şaşırıyor. Kendisi de esmer ve de ortalama bir Alman’dan daha kısa bir kadın olan Mandel, Almanların kendisini Türklerle karıştırdığını fark ediyor. Ve bu da kendisine ilham veriyor, ve gündelik hayatta Türkiye’den bir göçmenin nasıl hissedebileceğine dair ilk gözlemlerini işte ilk defa bu şekilde gerçekleştiriyor. Yalnız sonrasında Mandel bu sefer kendi bulduğu bir yönteme başvuruyor ve bazı günler yolda yürürken başını örtüyor. Ve gözlemlerini derinleştiriyor. (Yalnız burada belirtmek gerek, araştırmacı bu haliyle gidip kimseyle gidip görüşmüyor, soru sormuyor ve kimseyi kandırmıyor. Sadece bir sokakta Türkiye’den bir kadın olarak var olmayı deneyimlemek ve Almanlar tarafından daha çok karıştırılmayı istiyor.)
Ben de elbette çocukluğumdan beri iflah olmaz meraklarım yüzünden antropolog (ama siz bunu araştırmacı diye okuyun lütfen) olmaya karar verdim. Yani gerek tez araştırmam dâhilinde yaptığım seyahatlerde gerekse tezimle hiçbir alakası olmayan yerlerde bu merakımın bir sonucu olarak başka insanlar olabilme halleriyle nasıl baş edebileceğimi test etmek istedim. Bu merak beni öylesine sardı ki bazen kendimi bir nebze olsun unutabildim, ve rahatladım. Kudüs’te eski şehrin hemen dışında Kürtçe konuşan Yahudilerin sinagogunda, Berlin’de sokakta, Ermenistan’a giderken otobüste, Londra’da bir Ermeni kilisesi çıkışında ve başka birçok yerde hiç konuşmayarak, ama orada dikilerek var olmanın yollarını araştırdım. Başka bir deyişle konuşmanın ötesinde kendimi anlatış ve karşımdakini anlama biçimleri üzerine kafa yordum. Sorulardan önce gözleme ağırlık verdim. Bugün durduğum noktada ise şunu söyleyebilirim, insanları sürekli soru bombardımanına tutan, onları merak ettikçe irdeleyen, irdeledikçe daha çok soru soran ve daha çok hikâyesizleştiren hep ben oldum. Yani bu konuda kabul ediyorum, karşımdaki suçladığım insan kadar suçluyum. Onlar bana beni sıradanlaştırmak için soru sordukça ben de onları olduğundan fazla farklı kılmak için sorular sordum.
Hikâye ne için?
3 sene önce Londra’da bir arkadaşımla karşılıklı oturuyoruz. Kalacak yer arayışında, bu nedenle de her gün pek çok eve bakmaya gidiyor. Doğal olarak gittiği evlerde dünyanın pek çok yerinden insanla karşılaşıyor. O uzun ev arayışlarından sonra hafızama kazınan bir lafı oluyor: “Çok hikâyesizler” diyor, “anlatacak bir şeyleri yok.” O günün koşullarında ona ne kadar hak verdiğimi hatırlıyorum. Türkiye’den gelen bizler ne kadar da hikâye doluyduk (ya da yüklüydük mü demeli), sıradan bir Avrupalı bizimle karşılaştırınca pek anlatacak şey bulamıyordu, susuyordu. Bizim tarihimiz ve hafızamız ne denli karman çormandı, çatışmalar eksik olmazdı ve gündelik ruh halimiz acılar ve etrafımızla giriştiğimiz mücadelelerle şekillenmişti. Avrupa bunun tam tersiydi.
Hâlbuki şimdi dönüp bakınca merak ediyorum neden biz acısız ve mücadelesiz her şeyi anlatılmayacak ve kayda değmeyecek bir şeyler olarak görebiliyoruz Türkiye’de? Ve soruyorum, karşımızdakini bu kadar hikâyesizleştirirken kendimizi ne kadar özel kılıyoruz? Cidden yok mu insanların anlatacak bir şeyleri, yoksa biz bunları anlatılacak şeyler olarak mı var saymıyoruz? Evet, biz bunu var saymıyoruz, bunun nedenlerine inersem başka pek çok yazı çıkabilir, onun için şimdilik sonraki haftalara saklayalım.
Yalnız, bahsetmek istediğim son bir nokta daha var. Kendi hikâyelerimizi bu kadar sahiplenirken acaba hayatımızın nerelerini görmezden geliyoruz? Başka bir deyişle, hayatımızın nerelerini anlatılabilir, başkalarına aktarılabilir hikâyeler olarak sunarken hayatımızın hangi kısımlarını değersiz görerek sahiplenmiyoruz? Türkiye’den bahsederken herhangi bir şeyi genelleştirmekten fevkalade korkacak olan ben, bu sorunun Türkiye’de yaşayan hepimiz tarafından verilebilecek ortak bir cevabı olduğuna – haddimi aşarak belki de – inanıyorum. Evet, kendimizi bu kadar çok hem birbirimizden hem de dünyanın geri kanlından farklı kılan şeyleri tanımaya çalışırken, bir taraftan da ortak bir ruh halimiz olabileceği konusunda spekülasyon yapmak istiyorum.
Bu noktada yine yetiştiğimiz ortama sinirlenirken, kendi hikâyemizi anlatırken aldığımız hazdan da biraz ürküyorum. Başka türlü bir tehlike ise biz araştırmacıları bekliyor: hakkında yazdığımız insanları da tamamıyla bu çerçeve içinden görmeye başlamak, kendini travma halinde hissetmeyen insanları travma halindeymiş gibi sunmak, acısız hikâyelere acı katmak ve onların yerine kendimizi konuşturmak. Burada kesinlikle ve kesinlikle hayatımıza bir güzelleme yapmıyorum, ama kendi kafamızdaki anlatış biçimlerinin karşımızdaki insanı ne kadar sessizleştirebileceğinden dem vuruyorum. Böyle bir yaklaşım en çok göçmenler konusunda karşımıza çıkıyor. Örneğin en son takip ettiğim Ermenistanlı göçmenlerle ilgili bir çalışmada büyük şaşkınlık yaşadım. Göçmenlerin kendi haklarında ne dediklerine, kendilerini nasıl tahayyül ettiklerine yer verilmeden “sadece” anlatıcının göçmenleri gördüğü şekliyle göçmenleri anlamamız beklenen bir çalışma buldum karşımda. Mesela aynı çalışmada bahsedilen otobüs yolculuklarından bahsedebilirim. Benim yaklaşık sekiz ya da dokuz kere yapmış olduğum İstanbul-Yerevan arası otobüs yolculukları zor ve çileli olduğu kadar mizah ve güldürü doluydular. İnsanların kendileriyle, tanıdıklarıyla ve tanımadıklarıyla durmaksızın dalga geçip eğlenmeleri benim için bu yolculukların en unutulmaz anları olurken, konuyla ilgili pek çok dinleyici/izleyici/okur büyük ihtimalle bunun tam tersi fikre sahip olmalıdır diye düşünüyorum.
Yaşadığımız pek çok şey daha başkasına anlatmadan, tercüme etmeden ya da filme çekmeden yitiveriyor. Aynı şeyi başkalarının hayatı için de yapıyoruz. Ben de buna karşılık diyorum ki, bir kişi hakkında bir fikir geliştireceksek bunu aynı anda iki yol izleyerek yapalım ve terazinin ortasında duralım. Birincisi, o insanın hayatının maddi kaynaklarına bakalım ve anlayalım zengin mi değil mi, göçmen mi vatandaş mı, ayrımcılığa uğramış mı uğramamış mı, şiddet görmüş mü görmemiş mi diye. Ancak hemen karar vermeyelim bu insan mutlu mu mutsuz mu, travma geçiriyor mu geçirmiyor mu, mağdur mu değil mi diye. Bir de ona kulak verelim, o kendini nasıl anlatıyor bunu anlayalım. Hatta mümkünse biz sorularımızı sormadan, biraz gözlemleyelim ve onun neyi ne kadar anlattığı hakkında bir fikir edinelim. Çünkü inanıyorum ki hayatımız dediğimiz şey yaptıklarımızdan müteşekkil olduğu kadar onun hakkında düşündüklerimiz de.
Hatta hayatımız dediğimiz şey anlattıklarımızdan ibaret olmasın sakın?