Türkiye ve Ermenistan'da doktora araştırması yapan Aykut Öztürk, üçüncü yazısında okuyucuyla araştırması boyunca kendine dair sorduğu birtakım soruları paylaşıp, bu sefer çuvaldızı kendisine batırıyor. “Almanlar İsrail’e gidince neler hissediyorlardı? Ya da benim gibi, bir şeyler hissetmekten ziyade, nasıl davranmalıyım diye kendilerine soruyorlar mıydı?”
Aykut Öztürk
s.aykutozturk@gmail.com
Korkmaya gerek yok bu sadece bir çuvaldız
Geçen iki yazımda gündelik hayatta, her an başımıza gelebilecek bazı karşılaşmalarda kendimi ne denli çaresiz hissettiğimi paylaşmıştım. Karşımdakine kısa cevaplar veremeyişimin pek de bana özel olmayan çeşitli nedenleri vardı. Bu durumun neticesi olarak geliştirdiğim hayal kırıklığının ise daha bana özel nedenleri olduğunu düşünüyorum. İşte bu “bana özel hayal kırıklığı” bir süredir kendimi sorgulamam için bana bir kapı aralıyor. Bu yazıda bu kapıyı biraz daha aralamaya çalışacağım.
Bir türlü o istenilen kısa cevabı veremeyişimin nedenini önceki iki yazıda anlatabildiğimi düşünüyorum. Çünkü en başında, illa ki böyle bir cevap verilmesi gerektiğini düşünmüyorum, ikincisi böyle bir cevabı karşımdakine sunmamayı yarı-kanıksanmış bir görev bilinci çerçevesine oturtmuş bulunuyorum ve üçüncüsü ise böylesi soruların ve cevapların bizi biraz da olsa beyin tembelliğine alıştırdığını düşünüyorum. Hayal kırıklığı meselesine ise daha önce kısmen değindim: Karşımdakinin bana ilgi gösterdiği hızda ve benden kafasındaki şemaya uymayan bir cevap aldığı ölçüde benimle konuşma isteğini kaybetmesi ertesindeki şaşkınlığım gerçekte hayal kırıklığımın ilk boyutuna işaret ediyordu. Daha önce paylaşmadığım başka bir boyutta ise bir araştırmacının (antropolog, sosyal bilimci vs. siz hangisini isterseniz onu kullanın), yani deneyimlerini kuramsal bir çerçeve içinden konuşarak belirli çevrelere sunmak ve bu çevrelerde savunmak durumunda kalan bir kişinin, hayal kırıklığını yaşıyordum: Niye konuşacak, birbirimizi doyasıya anlayabileceğimiz ve kendimizi ifade edebileceğimiz yeni diller ve kavramlar icat etmiyorduk? Yoksa bunun önünde en büyük engel bizzat kendim miydim? Niye var olan dilleri ve kavramları kabul etmiyordum? Bu sorulara şimdilik cevap veremiyorum.
Ancak üçüncü bir boyutta ise tamamen ben yatıyorum. Daha doğrusu bu dünyadan hepimizin içinden geçtiği kendini tanıma ve kendini tanıdığı şekilde başkaları tarafından bilinme isteği yatıyor. Bu ikisi, her zaman örtüşmeyebiliyor, bazılarımız bu durumdan huzursuz oluyoruz bazımız ise pek umursamıyoruz. Ama ben umursayan tarafta oldum hep. Bu yazıda, bu umursamanın siyasi, sosyal ve tarihi meseleleri tartışırken beni ne şekillerde yönlendirdiğini paylaşmak istiyorum sizinle. Önceki iki yazıda çuvaldızı kendime hiç batırmadığım izlenimi ortaya çıkabilir, işte ben de bu hayal kırıklığımın üçüncü boyutunu burada tartışmaya açarak kendime çuvaldızı batırma imkanını sunuyorum. Çuvaldızdan korkmaya gerek yok; kullandıkça insanı kendine ve etrafına samimileştiren, ayrıca insanı düşündükleri ve savundukları hakkında ciddileştiren bir beyin jimnastiğidir çuvaldızı kendine batırmak.
Berlin’de kendim olma
Yaklaşık bir sene önce bir STK projesi için Berlin’e gidiyoruz. Orada Ermenistan’dan insanlarla gelecekte yapacağımız bir projeye şekil vereceğiz. Hem de kısa bir atölye çalışması yapacağız. Atölye çalışması uyumsuzluk çözümlemesi [conflict resolution] hakkında ve ben pek sinir oluyorum. Bu tür atölyelerin “birbirinizi anlamaya çalışın”, “önce dinleyin” ya da “kendinizi bir de karşınızdakinin yerine koyun” mesajları bana hiç ama hiç hitap etmiyor. Çünkü bana öyle geliyor ki, bu tür ortamlarda çuvaldız falan batırmıyor kimse kimseye, “insan hakları” ve “diplomasi”nin pek kibar dilini benimseyip insan konuşamaz oluyor. Bu yüzden de insan ne kendine ne de karşısındakine samimi olabiliyor. İşte belki de bu yüzden biz çoğu zaman Türkiye’de samimileştiğimizi sandığımız oranda ciddiyetsizleştiğimizi sanıyoruz. Ama gerçekten samimi olmak adına çuvaldız ile ne kadar yakın temas ediyoruz, bunu pek sormuyoruz kendimize.
Sabah kalktığımda kafamda kuruyorum: “Türk” ve “Ermeni” insanlara nasıl tartışmaları gerektiğini anlatacak arabulucu (moderatör) kim bilir nasıl da keyiflidir, bizlere konuşur gibi görünüp birbirimize gülümsemeyi “öğreteceği” için. Evet, ben bu atölye çalışmasına hiç gitmek istemiyorum. Ama gitmemek gibi bir seçeneğim de yok. Mecbur gidiyorum bana eşlik eden Türkiyeli ve Ermenistanlı arkadaşlarla birlikte. Sonuçta umduğumdan pek de farklı bir şeyle karşılaşmıyorum, ama atölye çalışmasının sonlarına doğru arabulucu benim odanın ortasına gelerek bir Türk’ü canlandırmamı istiyor. Dediğine göre bu canlandırma esnasında kendim olmayacağım, ama bu projeye Türkiye’den dâhil olan herkesi ortak bir paydada buluşturacağım. Atölye çalışmasındaki diğer insanlar ise bana sorular soracak ve bir Ermeni ile karşılaştığımda neler hissettiğimi anlamaya çalışacaklar.
Sorular soruldu, ben de teker teker cevapladım. Ama o gün etrafımdaki insanların da gözlemlediği üzere, içimden bir huzursuzluk ve sinir çıktı. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda diyebilirim ki sözkonusu çalışma esnasında “ben” gitgide “temsil etmem gereken Türk”ün yerine geçmiştim. Yani o an için kendi hissiyatım dışında başkalarının hissiyatlarını özetleyebilmem ve anlatabilmem mümkün olmamıştı. Bütün konuşmam boyunca ise “ben”i Türkiye’deki insanların çoğunluğundan nelerin ayırdığının üzerine durmuştum. Sanki Ermeni meselesine yaklaşımım ve tarihi kabullenişim karşısında insanlardan da beni kabul etmelerini bekliyordum. Onlar kabul etmedikçe ise, git gide sinirleniyordum. Hem Türkiye’de bu konuya farklı yaklaşımların mevcut olduğunu göstermek hem de kendimi bu tartışmaların içinde “kendim” olarak (Türk olarak değil) var etmek istiyordum. Karşımdaki “ya bu konunun içindesindir ya da dışında, aynı anda hem içinde hem dışında olamazsın” dedikçe kendimi kapana kısılmış, konuşabileceğim ve en önemlisi “ben” olarak var olabileceğim bir alandan mahrum bırakılmış hissediyordum.
Nerelisin?
Benzer bir hissiyata “nerelisin” sorusuna verdiğim cevabı karşımdaki sorgulamaya başladığı zaman kapılıyor(d)um. 2008 yılının aralık ayında 3 ay araştırma yapmak üzere İsrail’e ve Batı Şeria’ya gittiğimde, ilk durağım olan Tel-Aviv’de bir grup doktora öğrencisinin hışmına uğramıştım. “Nerelisin” sorusuna verdiğim “İstanbul” cevabı onları tatmin etmedi. Bir tanesi kalkıp “siz bazı Türkler tarihinizin sorumluluğunuzu kabul etmek istemediğiniz için Türk’üm ya da Türkiye’denim diyemiyorsunuz” diye bana çıkıştı. Yıllar sonra ise, Yerevan’da bir yemekte masadaki arkadaşlarımdan biri “Aykut, neden birisi sorduğu zaman sürekli İstanbul diyorsun, bize açıklasana” dediği vakit de yine tartışmanın aynı yöne gideceğinden korkuyordum. Ama Tel-Aviv’in üzerinden geçen üç sene boyunca ben kendi cevabım üzerine çok kafa yormuştum, ve bu sefer verilecek oturmuş bir cevabım vardı. Kimsenin hışmına uğramadım.
Evet tarihi kabul ediyorum ve bu tarihin doğurduğu sorumluluğu da Türkiye’de doğmuş büyümüş birisi olarak sonuna kadar alıyorum. Ancak vurgulamak istediğim şey hiçbir şekilde Türkiye’nin temsilcisi olmadığım. Çünkü genelde, bu yukarıda saydığım tartışma ortamlarında insanlar birbirlerine sanki bir ülkeyi temsil ediyorlarmış gibi davranırlar. Bu ülkeden olmak ve bu ülkenin tarihini bütün sorumluluğu ile kabul etmek aynı zamanda korkunç şiddet dolu bir tarih ile de kendini çok da özdeşleştirmeyi istememek çelişkili bir durum gibi gelir. Burada sormak istiyorum, “nerelisin” sorusuna beklenen cevabı vermediğim ölçüde kendimi şiddet dolu bir tarihin öznesi olmaktan çıkarmak illa ki bu tarihin sorumluluğunu kabul etmemek anlamına mı geliyor? İnsanın, belki de psikolojik boyutta, etrafındakilere sürekli bu şiddet dolu tarihi “anımsatan” bir varlık olarak var olmamayı istemesi garipsenecek ya da acınacak bir durum mu? Ben öyle olduğunu hiç sanmıyorum.
Sabır... Sadece sabır...
Hatırlarsanız geçen yazıda, Yerevan Zvartnots Havaalanı’nda benimle dalga geçen insanlardan bahsetmiştim. İtiraf ediyorum, o an kendime “Ermenistan’da nasıl davranmalıyım?”, “Ne hissetmeliyim?” diye sormuştum. Sonra başka sorular da sordum. Almanlar İsrail’e gidince neler hissediyorlardı? Ya da Fransızlar sömürge geçmişleri ile yüzleşmedikleri bir Afrika ya da Güneydoğu Asya ülkesine gittiklerinde neler hissediyorlardı? Bir şey hissediyorlar mıydı? Ya da benim gibi, bir şeyler hissetmekten ziyade, nasıl davranmalıyım diye kendilerine soruyorlar mıydı?
Bunun cevabı elbette cidden kişiden kişiye değişecektir, ama çekiniyorum acaba karşımdaki bunun farkında mı diye. Bu karşılaşma anlarındaki huzursuzluğumun nedeni acaba bu insanlar kendimi tanıdığım şekilde mi bilecekler beni, yoksa bilmeyecekler diye içimin içimi yemesi. Ve beni kendime getiren şey – o an aklıma gelen – bu karşılaştığım insanlara haksızlık yapabilme ihtimalim oluyor. Sakinleşiyorum. Gözlerimin önünde senelerdir biriktirdiğim hayal kırıklıklarının şeceresi canlanıyor. Ve “nasıl olsa anlamayacak” diyerek peşin hükümlülük yaptığım bazı anları hatırlıyorum.
Karşımızdakine kendini ifade edecek alan ve zaman verdiğimiz ölçüde bu dünyada var olmasının olanağını sunuyoruz. Aynı şekilde, karşımızdaki de bize bu alanı ve zamanı sağladığı ölçüde bu dünyada var oluyoruz. Çünkü o anlarda “kendimizi tanıma şekillerimiz” ile “karşımızdakinin bizi tanıma şekilleri”nin örtüşme ihtimali ortaya çıkıyor, ve biz rahatlıyoruz. Bazen bu ihtimal gerçekleşmiyor. O anların sonunda ya bu dünyada kendimiz olarak var olamamanın yarattığı hayal kırıklığı ile karşılaşıyoruz, ya da tam tersi gerçekleşiyor ve kendimizi var edebiliyoruz.
Belki de pek çok iç huzursuzluğumuzun ilacı sabır. En fazla karşımdakini haksızlığa uğrattığımı düşündüğüm anlarda, esasında karşımdakini dinlemek için yeterli sabrı göstermemiş olduğumu fark ediyorum. Karşımdakini sadece bir Ermeni ya da bir Alman olarak var eden işte belki de benim sabırsızlığım, onlara kendini başka şekillerde var etme imkanını sağlamamış olmam. Halbuki, aynı meseleden ben de ne kadar çektim ve çekiyorum. Herhalde ihtiyacımız olan sabır, sadece sabır... Karşımızdakini dinleyecek kadar bir sabır, karşımızdakinin uzun cevapları için bir sabır... Karşımızdakini “kestirip atmamak” için bir sabır...