Türkiye sinemasının Sultan’ı, bugünlerde ‘Benim Sinemam’ kitabı için düzenlenen imza günlerinde hayranlarıyla buluşuyor. Şoray, dünden bugüne Türkiye sinemasını değerlendirdi: “80’lere kadar sinemalar dolup taşıyordu. Daha sonraki yıllarda çekilen film sayısı azaldı. Ben de sinemanın bir parçası olarak acı çektim.”
LORA BAYTAR
lora@agos.com.tr
Türkiye sinemasının Sultan’ı, oyunculuktaki başarısının yanı sıra güzelliği ve gözleriyle gönülleri fethetmiş Türkan Şoray, hayatını kaleme aldı. Sinemayla 1960’ta tanışan Şoray bugüne kadar yüzlerce film çekti. Oynadığı bütün filmlerde kadınların ortak dramlarını, ortak kaderlerini sorgulayan bu özel kadın, şimdilerde neredeyse her gün, NTV Yayınları’ndan çıkan ‘Benim Sinemam’ kitabı için düzenlenen imza günlerinde hayranlarıyla buluşuyor.
Çocukluğundan başlıyor anlatmaya Şoray. Film setine adım attığı ilk günü dün gibi hatırlıyor. Ardından Türkiye tarihinde yaşanan her olayın sinemayı ve kendi sanatını nasıl etkilediğini, Yılmaz Güney’le bir film çekememiş olmaktan duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Oyunculuktan öteye geçen yönetmenliği, 80 sonrası sinema çizgisini, Cihan Ünal’la evliliğini, Türkan Şoray kanunlarını, o kanunların nasıl yıkıldığını, sinemadan sonra televiz-yon dünyasını, festivalleri, kazalarını, mutluluklarını, hayatını değiştiren ‘Mine’ filmini, ‘Vesikalı Yarim’in özel yerini, amatörlüğünü, profesyonelliğini... Hayatını sinemaya adamış bu kadın için, “Türkiye sinemasının bir dönemi” tanımını yapmak yerinde olacaktır. Türkan Şoray’la sinema, sanat ve hayat üstüne konuştuk...
• Türkiye tarihinin sosyo politik olayları sizin sinemanıza nasıl yansıdı?
Yasaklar, engeller olarak yansıdı. Sansür yıllarca sinema sanatının özgürce yaşatılmasının önünü kesti. Sansüre rağmen siyasal tavırlı, ileri, ideolojik altyapısı olan devrim filmleri yapıldı.
• 80 dönemi Türkiye sineması için bir kırılma dönemi oldu. Öncesi, duraklama dönemi ve sonrasında neler yaşadınız ve o günleriniz nasıl geçiyordu?
80’lere kadar sinemalar dolup taşıyordu, yılda 200 film çekiliyordu. Daha sonraki yıllarda televizyonun ülkemizde yaygınlaşması sonucu insanlar evlerinde oturup ilk kez karşılaştıkları bu büyülü oyuncağın tadını çıkartmak istediler. Üstelik sokağa çıkma dertleri yoktu. Yeni bir sosyalleşme alanı doğmuştu. Siyasi olarak da çok gergin bir dönemdi. Yani genel olarak baktığımızda sosyoekonomik nedenlerle seyirci sinemalardan yavaş yavaş koptu. Evine kapandı, televizyon egemenliği iyice arttı. Çekilen film sayısı azaldı. Çekilen filmler içerik değiştirdi. Ben de bu yıllarda sinemanın bir parçası olarak acı çektim.
• Şimdilerde bir oyuncu sendikası kuruldu ve tüm oyuncular sendikalı olabiliyor. Eski çalışma şartları nasıldı? Yaşanan teknik gelişim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Oyuncuların hiçbir sosyal güvencesi, sigortaları yoktu. Film çekimleri uzun süreli olmadığı, işveren değiştiği için, hiçbir yapımcı oyuncuyu sigortalı yapmıyor, prim ödemiyordu. Daha sonraki yıllarda kurulan oyuncular derneği –bir tanesi de benim dört yıllık başkanlık yaptığım– Soder Oyuncular Derneği’ne üye olan sanatçıların birçoğunun sigortalı olmasını sağladık. Ben ‘Cemo’ filminde at kazası geçirdim. Felçli kalabilirdim, kendi birikimim de olmayabilirdi. Sigortam yoktu… Yani sahipsizdik. Eski çalışma koşulları çok yetersizdi. Sinema, sektör olmadığı için çeklerle, bonolarla, kısıtlı filmle, teknik olanaklardan yoksun, ilkel şartlarda çalışıyorduk. Yoktan var ediyorduk. Tüm olumsuzluklara rağmen, tüm çekim ekibi özveriyle, aşkla, inançla çalışıyorduk. Bugün en gelişmiş kameralar, vinçler, staticamlar, jeneratör kamyonlar yönetmene görsel açıdan yararlı oluyor. Oyuncuların sete hazırlanmasında bile ciddi destekler oluyor. Makyaj, saç, kostüm, oyuncu koçu.. Bu gelişmeler beni çok mutlu ediyor.
• Türkiye sinemasında hemen hemen gelmiş geçmiş bütün en önemli yönetmenlerle çalıştınız. Hangisi sizin için daha özeldi.
Sinema yolculuğumda etkilendiğim yönetmenler; Lütfü Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan. Kariyerimi etkileyen, çok şey öğrendiğim ve paylaştığım yönetmenler; Şerif Gören, Halit Refiğ, Ali Özgentürk, Osman Seden. Çalıştığım her yönetmenle uyum içinde birbirimizi severek, saygı duyarak çalıştık.
• Şimdilerde eski sinema salonları birbiri ardına kapanıyor ve sinemalar alışveriş merkezlerinin içerisine taşınıyor. Bu değişimler size ne hissettiriyor?
Kapanan her sinema salonu beni çok üzüyor. Hele Anadolu’da bazı şehirlerde hiç sinema yok. Çaresizlikle karışık derin bir üzüntü duyuyorum.
• Yeşilçam sokağı diye bir kavram da kalmadı. Sadece sokak adı olarak kaldı. Burası sizin için ne ifade ediyor?
Türk Sineması’nın kendini var ettiği, seyirciyle var olduğu, sinemanın en parlak dönemi Yeşilçam’ın benim için anlamı; doğup büyüdüğüm yer oluşu.
• Filmlerde yakışıklılıkları karşısında etkilenmemenin mümkün olmadığı aktörlerle oynadınız. Tarık Akan’a, Ediz Hun’a veya Kadir İnanır’a hiç duygusal yakınlık hissettiğiniz dönemler veya filmler oldu mu?
Filmlerde kadın oyuncuların da güzellikleri karşısında etkilenmemek mümkün değildi…
• Filmlerinizde kadınlık hallerini çok iyi yansıtıyordunuz? Gerçek hayatta Türkan Şoray nasıl bir kadındı?
Gerçek hayattaki Türkan, gerçekçi… Ayrıca içinde birçok kadın barındıran bir kadın… Dolayısıyla canlandırdığım tüm kadınlar içimde var, hiçbiri yabancı değil; tüm karakterlere benziyorum.
• Yılmaz Güney’le birlikte film çekememekten pişmanlığınızı dile getiriyorsunuz? Hangi filmde onunla oynamak isterdiniz?
Konusu ne olursa olsun Yılmaz Güney’le oynamam yeterliydi.
• Şimdinin yeni sinemacılarını nasıl buluyorsunuz?
Yeni sinemacıların yıllar öncesinin sinemasının ışığında, ondan etkilenmemiş olmaları mümkün değil. Yeni sinemacılar aldıkları eğitim ve sinema tutkuları ile yeni arayışlar çabasındalar. Özgün yaratıcılık ortamının içinde, sonsuz teknik imkândan yararlanarak kendi kişisel sinemalarını gerçekleştiriyorlar ve nitelikli, sanatsal filmlerle sinemamızı güzel yerlere taşıyorlar. Hepsi ayrı bir değer, sinemam adına seviniyorum ve hepsini beğeniyorum.
• Tv dizilerinde de sizi izleme fırsatı buluyoruz. Sizce Türkiye'deki diziler sinemanın önüne geçebilecek kalitede mi?
Diziler çabuk çekiliyor, çabuk tüketiliyor, dolayısıyla sanatsal üretim kalıcı olamıyor. Sinema ayrı bir yerde olacak hep ve hep kalıcı olacak.
‘Vesikali Yarim’ karşısında biz
Amerikan sinemasının ikon filmlerinden biri olan ‘Kızgın Damdaki Kedi’de Elizabeth Taylor ne ise ve izleyenlerde nasıl bir etki yaratıyorsa ‘Vesikalı Yarim’de Türkan Şoray’ın da yaptığı aynen budur işte... Türkiye insanı hep Halil olmuştur, hep İlyas olmuştur, Cemşit olmuştur onun karşısında...
BURAK GÖRAL
Türkan Şoray filmografisi içinde de Türk sinemasında olduğu gibi çok özel bir yere sahip, ‘büyüleyici’ ve hipnotize edici bir ‘melankoli’dir ‘Vesikalı Yarim’ filmi. Kuşkusuz Safa Önal’ın yürekleri sızlatan senaryosunu, Lütfi Ö. Akad’ın arızasız yönetimini de unutmadan, Türkan Şoray’ın dudaklarından değil adeta o güzel gözlerinden dökülen “Çok eskiden rastlaşacaktık” cümlesini duyunca bile içimizde bir şeyler kopar...
‘Vesikalı Yarim’ Türk insanının yarattığı en güzel eserlerden biri ve Türk sinemasının Sultan’ını da adeta bir hüzün kraliçesi olarak ilan ettiği enfes bir filmdir... Bu başarı sadece iyi yazılıp, iyi yönetilmesiyle de açıklanamaz. ‘Vesikalı Yarim’i bu toplumun ortak belleğine kazıyan kelime ‘imkânsızlık’tır aslında.
Evli, iki çocuklu ve kendi halinde bir manav olan Halil, gittikleri bir pavyonda arkadaşlarını daha ‘hareketli’ bir ortama uğurlayıp da yalnız kaldığı rakı sofrasında bir anda önünde beliren Sabiha’ya bakakalır... Sabiha’nın ilk göründüğü sahne bembeyaz sigara dumanları içinde adeta bir rüya gibidir. Pavyonun kalabalığının, sahnedeki şarkıcının ve orkestranın sesi bir anda kısılır Halil’in kafasında. Sabiha’nın cüretkâr ve yarı isterik “Sigaramı yakar mısın?” sorusu gelir kulağına... Bir erkeğin rüyası gibi... Sonunda uyanıp kendi sakin hayatına geri dönen bir adamın rüyası sanki...
‘Vesikalı Yarim’de bir adamın sakin hayatı bir tanışmayla başka bir yöne doğru gider... Bozulan bir ‘denge’dir aslında anlatılan. Ama melodramı melodram yapan şey, adamın yaşadığı tutkulu sevdasının ardından, dönüp dolaşıp aynı ‘denge’ye zorunlu kalmasının trajedisidir.
Lütfi Akad’ın sinematografik başarısı ise az buz değil. Halil’in ‘denge’den çıkıp aynı ‘denge’ye dönüşü filmin başı ve sonunda kullanılan birbirine yakın mizansenlerle desteklenmekte. Usta yönetmen, Sabiha ve Halil arasındaki tutkulu aşkı büyüleyici bir iç burukluğuyla aktarırken hikâyenin ‘gerçekçilik’le de bağını hiç kopartmaz. Bu nedenle Halil’in aileye dönüşünü ‘ahlakçılık’la değil ‘gerçekçilik’le açıklamak mümkünleşir. Çünkü Sabiha, Halil’in kendisini bıçakladığı zaman değil aslında, onu iki çocuğuyla ve babasıyla manavda gördükten sonra ‘kalbini kıra kıra’ ondan vazgeçer. Hikâyenin en güzel repliği de daha bir anlam kazanır böylece bu trajedide: “Çok eskiden rastlaşacaktık” der Sabiha...
Halil’in evine dönüşü ve kapıyı yüzümüze kapatışındaki bizi ve Sabiha’yı dışarda bırakma hali çok dramatiktir. Halil’in Sabiha’ya duyduğu aşk, evinin içinde ‘bir şeylerden şüphelenen’ ve bundan dolayı yüzlerinden okunan bedbahtlıklarıyla anne-baba, sürekli yere bakan suskun eş, artık kalıp kalmayacağını merak eden gözlerle babalarının etrafında dönüp duran çocuklar tarafından yıkılır, etkisizleştirilir. Sabiha’nın yapacak çok fazla bir şeyi yoktur bu tablo karşısında. Sabiha’nın Halil’in babasıyla gözgöze geldiği o son sahnede babanın bir adım atıp “Buraya giremezsin” der gibi duruşu ‘yine’ ataerkil bir yapıya işaret eder. Film seyircisini en çok da bu aşkın ‘toplum gerçeği’ne çarpmasıyla yaralar.
Bu trajik hikâye daha kâğıt üzerinde bile hüzünbazken Sabiha rolünde filmografisinin en incelikli performanslarından birini veren Türkan Şoray’ın pavyondaki ‘femme fatale’den âşık kadına; sonra da kırılmaktan korktuğu için kendisini sert olmaya zorlayan aslında ‘çok kırılgan’ kadına ve oradan da aşkı için savaşan kadına dönüşmesindeki inandırıcılık bir an bile sekteye uğramaz... İzzet Günay’ın sessiz ve derinden oyunu da kusursuz çemberi tamamlar.
Amerikan sinemasının ikon filmlerinden biri olan ‘Kızgın Damdaki Kedi’de (Cat on a Hot Tin Roof) [Richard Brooks, 1958] Elizabeth Taylor ne ise ve izleyenlerde nasıl bir etki yaratıyorsa ‘Vesikalı Yarim’de Türkan Şoray’ın da yaptığı aynen budur işte... Türkiye insanı hep Halil olmuştur, hep İlyas olmuştur, Cemşit olmuştur Türkan Şoray karşısında... En iyi halimizle sevmekle yetinmedik onu en evli halimizle; en vefasız, en zalim ve en yumuşak halimizle de sevdik onu hep. Bu yüzden filmleri hiç eskimez... Ne kadar çok seyredilirse seyredilsin rol aldığı bir filminin tek bir sahnesinin küçük bir planında dahi görsek Türkan Şoray’ı aşkımız depreşiverir hemen...
‘Vesikalı Yarim’deki Halil oluveririz, saniye bile geçmeden...