Dönüşümlerin en sembolik yapılarından biri olan Davutpaşa Kışlası’nda, darbe döneminde tutuklanan ve işkencelere maruz kalan 42 kişi, 30 yıl sonra bir sergi ve kitapta buluştu.
LORA BAYTAR
lora@agos.com.tr
Bugün Yıldız Teknik Üniversitesi’nin kampüsü olarak kullanılan Davutpaşa Kışlası, 12 Eylül döneminin önemli işkencehanelerinden biriydi. 1826-1832 yılları arasında II. Mahmut tarafından Krikor Balyan’a inşa ettirilen kışla 90’lı yılların sonuna kadar askeri amaçlı olarak hizmet verdi. 1980 darbesi sürecinde ve sonrasında sendikacıların, sol örgütlerin ve derneklerin üyelerinin sorgulandığı, işkence gördüğü ve uzun süre tutuklu kaldığı kışla binasının orta katı üç bölüme ayrılmıştı. ‘Orta 1’, ‘Orta 2’ ve ‘Orta 3’ olarak adlandırılan bu üç bölümün sonuncusu, uzun bir koridorun iki tarafında yer alıyordu. Dört koğuş, yemekhane ve tuvaletin yer aldığı Orta 3, bugün üniversitenin Sanat ve Tasarım Fakültesi’nin atölyelerini ve dersliklerini barındırıyor.
Dönüşümlerin en sembolik yapılarından biri olan Davutpaşa Kışlası’nda, darbe döneminde tutuklanan ve işkencelere maruz kalan 42 kişi, 30 yıl sonra bir sergi ve kitapta buluştu. Aynı yıllarda benzer sebeplerden yurtdışında yaşamak zorunda kalan, çalışmalarını ortak belleği konu alan portre ve belgesel alanında yoğunlaştıran usta fotoğrafçı Ahmet Sel’in eline ulaşan bir koğuş fotoğrafından yola çıkılarak oluşturulan ‘Davutpaşa Orta 3’ sergisi, 23 Kasım Cuma günü Tütün Deposu’nda açılıyor. 42 öyküyü barındıran ‘Davutpaşa Orta 3’ kitabı ise, Aras Yayıncılık aracılığıyla okurlarla buluştu. Geçmiş ile gelecek arasında kurgulanan mekânlarda çekilen portrelerin yanı sıra, Ahmet Sel tarafından yapılmış röportajların da yer aldığı kitap, 42 kişinin bugünden geriye bakarak hatırladıklarıyla, 30 yıl öncesinin karanlık Türkiye’sine dair önemli tanıklıklar sunuyor.
Ahmet Sel ile serginin çıkış noktasını, oluşum sürecini ve yurtdışına çıkmamış olsaydı yaşamının nasıl olabileceğini konuştuk.
• Bu çalışmayı yapmaya neden karar verdiniz?
Uzun yıllardır, merkezine ‘ortak hafıza’yı alan fotoğraf belgeselleri yapıyorum. Fotoğraf dilim daha çok insan portreleri ve onları tamamlayan metinlerden oluşuyor. Fotoğraf ve metnin birbirini tamamlayarak anlatımı zenginleştirmesi benim için çok önemli. Güncel sanat içerisinde belge niteliği ile var olan fotoğrafçılığı benimsiyorum ve kanımca en önemli işlerim de bu çerçevede gerçekleşti. 2000’li yılların başından bu yana Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla paramparça olan hayatları ‘Gens de Moscou’ (Catleya éd., 2001; ‘Moskova İnsanları’, 2003, YKY) ve 2001’de 24 yıllık bir iç savaştan çıkan Afganları ‘Kaboul, portraits posés’ (‘Kabil, portreler’, Ed. Horizon illimité, 2003) adlı kitaplarımda gösterdim. 1970’lerde Avrupa’ya göçmen işçi olarak giden insanlarımızı ‘Demir Atanlar’ adlı fotoğraf serisinde, her zaman olduğu gibi yine kendi hikâyeleriyle anlattım.
Bu çalışmalardan sonra, uzun yıllar ayrı kaldığım Türkiye’ye dönünce, doğal olarak bu ülkenin yakın tarihiyle ilgili bir çalışma yapmaya karar verdim. 12 Eylül 1980 askeri darbesi benim de geçmişimle ilgili bir tarih. Toplumumuzun hafızası çok zayıf, tarihimizi ve yakın geçmişimizi bilmediğimiz gerçeğiyle her gün karşılaşıyoruz. 12 Eylül darbesi bu anlamda başarılı da oldu diyebiliriz. Bugünlerde mahkemelere hesap veren darbeciler, balık hafızalı, apolitik bir toplum yarattılar. Darbelerle yüzleşmek, bunların en yakın ve kanlılarından olan 12 Eylül’ün acımasız aynasında kendimizi bir daha görmek, olup bitenleri silinmezler hanesine yazmak, yeni bir yaşama başlayabilmek için gereklidir. Artık şu uzun zamandır süregelen ergenlik dönemini ardımızda bırakıp biraz büyümeyi kabul etmeliyiz.
• 1980 döneminde işkencehane ve cezaevi olarak kullanılan birçok yer arasında, neden Davutpaşa’yı fotoğraflamayı tercih ettiniz? İnsanlara ve hikâyelere nasıl ulaştınız?
Fotoğrafını çekip hikâyelerini dinlediğim insanlar arasında apayrı bir yeri olan Ermeni bir arkadaşım var: Şahin Arslan. Onunla gençlik yıllarımızda, 12 Eylül darbesinden önce tanıştık ve birbirimizden çok şey öğrendik. Şahin tutuklandıktan sonra bir süre Davutpaşa’da mahpus kaldı. Onun anlattıklarından yola çıkarak Davutpaşa’daki Orta 3 koğuşunu ele aldım. Projede yer alan eski Orta 3 mahpuslarına, onun ve çevresindeki yakın arkadaşlarının sayesinde ulaşabildim. Portresini çektiğim bir diğer Davutpaşalı da, darbe öncesi dönemde Politika gazetesindeki yazılarını okuduğum Aydın Engin.
• Yurtdışına giderek burada yaşamadıklarınızla yüzleştiğinizi söylüyorsunuz. Yurtdışına gitmemiş olsaydınız, sizin bu kitapta nasıl bir hikâyeniz olurdu?
Büyük bir olasılıkla, fotoğrafını çektiğim insanlarla bir dönem de olsa aynı kaderi paylaşırdım. Nasıl bir hikâyem olurdu bilmiyorum, bilmek için o hikâyeyi yaşamış olmak gerekirdi. Ben otuz yıl boyunca, uzak ülkelerde, başka bir hikâye yaşadım. Kitapta yer alan Fahrettin Yılmaz şöyle diyor: “12 Eylül sürecini bizim kuşağımız üç şekilde yaşadı: Hapse girenler, yurtiçinde devrimciliği sürdürenler, yurtdışına çıkanlar. Bence en şanslılar, hapse girenler oldu. Biz girdik, yattık, çıktık ve hayata bıraktığımız yerden devam ettik.” Ben ancak uzun yıllar sonra ülkeme dönebildim. Dolayısıyla, hayata bıraktığı yerden devam edemeyenlerdenim.
ŞAHİN ARSLAN
Korkuya rağmen yaşamayı öğrendik
“7 Mart 1980 Cuma akşamı (...) Kadıköy’de, karanlık bir sokakta yakalandım. Gayrettepe 1. Şube’de kimlik tespiti yapılırken bir polis, ‘Bu Ermeni!’ diye bağırıp kimliğimi aldı; beni bir odaya soktular, ‘Amirim, Ermeni’yi getirdik!’ dediler. Koltuktan iri yarı bir adam kalktı ve sol gözüme bir yumruk attı. ‘Sopa getirin!’ dedi.
Bu fotoğrafın çekildiği koğuşun yanında yemekhanemiz vardı. 11 Eylül gecesi Gürsel Cihan ve Mustafa Zeka ile nöbetteydik. TRT’de klasik müzik vardı. Bir an müzik sustu ve uzun bir sessizlik oldu. Saat 03:55’ti. Üç-dört dakikalık bir bekleyişin ardından spikerin sesini duyduk. Sanki birisi zorla söyletiyordu. ‘Dikkat, dikkat! Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur!’ Kötü bir şeylerin başladığını hissettim.
(...) ‘Seyfi kalk, darbe oldu!’ dedim. ‘Ne darbesi’ deyip öbür tarafına döndü. Israr ettim, silkeledim, ‘Ha siktir!’ deyip yataktan fırladı. Ardından Süleyman’ı kaldırmaya gittim; Süleyman, ‘Söyleyen Hasan Mutlucan mı, Ruhi Su mu?’ diye sordu. O sırada anonslar başlamıştı: ‘Ermenilerden, Rumlardan, vatan hainlerinden hesap sorulacaktır!’ Hasan Mutlucan söylüyordu: ‘Çanakkale içinde vurdular beni.’ Saat yedi buçukta askerler koğuş kapısının önüne geldiler, namluya mermi sürdüler ve bir çavuş ‘Şahin Arslan, koridora çık!’ diye seslendi.
Kurşuna dizilecek ilk mahkûm olduğumu düşündüm. (...) Süleyman’a, ‘Gözlerime bak, korku görüyor musun?’ diye sordum. ‘Hayır’ dedi. ‘Bunu kardeşlerime söyle’ dedim ve koridora çıktım. Koridorun sonundaki odada bir yüzbaşı, dört-beş sivil vardı. Sorgu başlar başlamaz askerler odunlarla vurmaya başladılar. Bu dayak öğlene kadar sürdü, sonra Orta 3’e geri gönderdiler.
Yaş ortalaması 20’yi aşmayan bir gruptuk. İçimizde bilinmezliğin korkusu vardı. Sorun yarın ne olacağı değil, hayatta kalıp kalamayacağımızdı. Korkuya rağmen yaşamayı, ona mesafeli bakmayı öğrendik.”
FAHRETTİN YILMAZ
‘En şanslılar hapse girenler oldu’
12 Eylül darbesini öğrendiğimde, iki arkadaşımla birlikte kırk sekiz saatten beri Avcılar’daki jandarma karakolunun nezarethanesindeydik. Orada 23 gün kaldım, ardından bir ay da Selimiye’de. Kasım başında Davutpaşa’ya, Orta 3’e nakledildim.
Tahliye olduktan sonra annem, “Hapse girdiğinde sevindim, adresin belliydi, daha güvenliydi, bir gün çıkacaktın ve bu iş bitecekti...” dedi.
Hapishane arkadaşlarımla çok şey paylaştık. Bugün dost dediğim insanların büyük çoğunluğu eski cezaevi arkadaşlarım...
Cezaevi günlerini özlediğim oluyor. Oradan dışarıya bakmayı özlüyorum. Sanki dünyaya yıldızlardan bakıyormuşum gibiydi. Bu, politik bakışın dışında, başka bir şey.