Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Bir şehre yeni taşınmışsanız, bazen kendi merakınızla yeni yerler keşfedersiniz, bazen de arkadaşlarınız sizi bilmediğiniz yerlere götürür. Sonra o yerleri tekrar görmek istediğinizde çoğunlukla yolu bulamazsınız, çünkü ilk seferinde nasıl gittiğinize dair en ufak bir fikriniz yoktur. İstanbul’a yerleştiğim yıl, pazar günleri kurulan kuş pazarına gitmiştim. Daha doğrusu, birkaç yabancı fotoğrafçı beni götürmüştü pazara, ama nereden, nasıl gittiğimize dikkat etmemiştim. O günlerde benim için her şey yeniydi, her şey kafamı karıştırıyordu. Pazarın kalabalığından etkilenmiş, orada çektiğim fotoğrafları sevmiştim. Aradan zaman geçti, birçok kez pazara yine gitmeye niyetlendim. Fakat yerini sorduğumda herkes farklı bir yanıt veriyordu. Kimi Anadolu yakasında, kimi Samatya’da ya da Unkapanı’nda olduğunu söylüyor, birçoğu da ısrarla “Edirnekapı tarafında” diyordu. Hatırlayabildiğim tek şey, pazara ulaşmak için, tarihî surların yanından yokuş aşağı yürüdüğümüzdü. Bir gün kalktım, tek başıma Edirnekapı’ya gittim. Otobüsten inince etraftakilere sordum ama yanıtlar yine kafa karıştırıcıydı. Kimse net bir yol tarifi vermiyordu. Sonra, en azından o eski surlardan bir iz görürüm belki diye, aşağı inen dar sokaklarda yürümeye başladım. Ve en sonunda yolu buldum; kuş pazarı birdenbire karşıma çıktı. Kendimle gurur duymuştum.
Bu olay bana Toronto’ya göç ettiğimiz dönemi hatırlatıyor. 15 yaşındaydım, yeni göçmenlere yönelik İngilizce derslerine devam etmeye başlamıştım. Bir öğleden sonra öğretmenler bizi okul dışında gezintiye çıkardı. Yeni göçmenlerin şehri tanımaları için, öğretmenler eşliğinde böyle geziler yapılıyordu. Uzun süre çok farklı sokaklarda yürüdüğümüzü, parklardan geçtiğimizi ve nihayet, tahta bir iskelenin olduğu, çok güzel bir sahile ulaştığımızı hatırlıyorum. Orada olmak içime büyük bir ferahlık vermişti. Toronto’ya taşınmadan önce yıllarca Lübnan’da yaşamıştık, oradan ayrıldığımızdan beri sahil görmemiştim. Orada, o öğleden sonra geçirdiğimiz müthiş saatler yıllar boyu hafızamdan silinmedi ama adını bilmediğim için, o sahile bir daha gidemedim. Bazen arkadaşlar deniz kenarında piknik yapmayı önerirdi; bu konu ne zaman açılsa heyecanlanırdım ama hep başka bir sahil olurdu gittiğimiz yer. Sonra üniversiteye başladım, yeni arkadaşlar edindim. Sürekli olarak buluştuğumuz, sabahlara kadar oturduğumuz bir kafe vardı. Bir gece, kafeden ayrılacağımız sırada, içimizden biri “Hadi, deniz kenarına gidelim” dedi. Hep birlikte arabalara atlayıp (kalabalık bir gruptuk) denize doğru gittik, bir yerde durduk. Arabalardan indiğimizde bir mucize gerçekleşti: Yıllardır arayıp durduğum o sahildeydik! Orası olduğunu, yaz günlerine özgü alacakaranlığın içinde sokak lambalarının loş ışığının yansıdığı tahta iskeleden anlamıştım. Öylesine güzeldi ki, bugün bile, o gece ne zaman aklıma gelse, iskeleyi aydınlatanın aslında çıplak sokak lambası ışığı olduğunu bilmeme rağmen, gözümün önüne renkli panayır ışıkları gelir. Talih beni o yere götürmüş, beni dünyanın en mutlu insanı kılmıştı.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz