Anlık hatırlamalar - III / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Çocukken tınısına bayıldığım bir başka kelime de ‘hantur’du – ‘fayton’un Arapçası… Bu kelime bana hep, zarafet olarak adlandırdığım şeye dair ilk izlenimlerimi hatırlatır. Üç yaşımı yeni doldurmuşum. Son derece güzel bir siyah atın çektiği, tentesi parlak deriden bir fayton, gecenin bir yarısı evimizin önünde duruyor. Faytonun arka tarafında dikildiğim için atı hatırlayamıyorum; yalnızca, gözucuyla, elinde kırbaç olan, çizmeli, uzun boylu bir adam görüyorum. Sonra bir ses “Bu bir hantur” diyor. Ağabeyim Garbis. Faytona kim bindi, kim indi, sonra ne oldu, hafızamda bunlara dair hiçbir şey yok. Sadece, kocaman tekerleri ve sokak lambasının altında parıldayan tentesiyle, büyülü bir manzara oluşturan fayton... Büyükada’ya ilk gidişimde her yerde fayton olduğunu görünce çok sevinmiştim. Fakat 11 yıldır İstanbul’da yaşayan biri olarak, zavallı atların çok fazla çalıştırılıp tükenme noktasına getirilmeleri, artık benim için büyük bir üzüntü kaynağı.

Birçok yetişkin, çocuklarını, takıntılı bir şekilde katı bir disiplinle büyütüyor. ‘İyi çocuk’ yetiştirmek için en etkili yöntemin bu olduğundan zerre şüpheleri yok. Benim çocukluğumda da, öğretmenlerimiz, hata yaptığımızda bazen çok merhametsiz davranırlardı. Herhâlde, çocukların hiç eğlenmemesi gerektiği gibi bir düşünceye kapılmış, “Çalışmak, çalışmak, ille de çalışmak!” şiarını benimsemişlerdi; eğlence kötü çocukların işiydi onlara göre. Ben pek öyle sorun yaratan bir çocuk değildim. Yine de, insafsız öğretmenlerin cezalarına maruz kalmışlığım vardır, üstelik haksız yere. Aldığım en saçma ceza, öncesi ve sonrası olmayan, tek bir imgeyle zihnime kazınmıştır. Altı yaşlarındayım. Kafamın iki yanında korkunç bir acı. İki el favorilerime yapışmış, beni havaya kaldırıyor. Hemen önümde, yüzümün dibinde, gittiğim ilkokulun öğretmenlerinden Baron Levon’un öfke dolu gözleri. Sınıftaki bir sıranın üzerine çıkmış, tüm gücüyle beni yukarı kaldırmaya çalışıyor, favorilerim kökünden kopacak neredeyse. Öğle yemeği arasındayız; sınıf arkadaşlarımdan birkaçıyla birlikte yaramazlık yapmış olmalıyım. Baron Levon sıranın tepesinde, çünkü boyu çok kısa, aynı hizada olduğumuzda beni kaldırması çok zor. Boy meselesine çözüm bulduğu için keyfi yerinde, ‘kötü çocuğa’ dersini vermekten büyük bir haz aldığını hissedebiliyorum. Doğrusu, orada çektiğim fiziksel acıyı hâlâ hatırlasam da, içimde hiçbir kızgınlık yok. Bu olayı ne zaman hatırlasam gülesim geliyor. Fellini’nin ‘Amarcord’ filminden, komik bir sahne gibi… Fakat, zorba yetişkinlerin masum çocukları cezalandırmaya bu kadar meraklı olmasına diyecek söz bulamıyorum.

Bazen, insanın çocukluk anılarının hayatında bu kadar çok yeri olması normal mi, herkes günlük hayat içinde böyle anlık hatırlamalar yaşıyor mu diye merak ediyorum. Ben çok sık yaşıyorum; gün içinde, hiç beklenmedik zamanlarda, ruh hâlimden bağımsız olarak, herhangi bir anda aklıma gelebiliyor bu anılar. Çocukluğumdan bir imge veya bir koku, bir ses, ağzımda bir tat, yüreğimde bir burkulma ya da bir heyecan, içimde bir ürperme, beni alıp geçmişe götürüyor, sadece bir anlığına. Yanlış anlaşılmasın, bu durumdan hiç şikâyetçi değilim. Tersine, bu anlık hatırlamalara minnettarım; içimi bazen neşeyle, bazen özlemle, bazen de hüzünle doldurarak bana yaşadığımı hissettiriyorlar – öyle ya, artık var olmayan bir yaşamı hatırlayabiliyorsam, hayattayım demektir. Oradaydım; o yaşam biçimini gören, oradaki insaniyetin, şefkatin, sevginin sarıp sarmaladığı son kişi bendim belki. Hayatım boyunca içimdeki umudun hiç eksilmemiş olması bundandır.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında