Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
İster araba penceresi olsun, ister bir mağazanın ya da kafenin, cam yüzeylerdeki yansımaların fotoğrafını çekmeyi hep sevmişimdir. Bu yansımaların insanı büyüleyen bir yanı var. Merceğinizle hangi açıdan baktığınıza bağlı olarak, ışık her defasında başka bir şekilde dağıldığından, fotoğraflamak istediğiniz nesne bir görünüp bir kaybolur. Başta dikkatinizi çekenden farklı şeylerin belirdiği, bir nevi saklambaç… Işık açıyla birlikte değiştiği için, cam, ışığın yalnızca bir kısmını yansıtır; sağa ya da sola en ufak bir kaymayla imge hafifçe belirsizleşir, bulanıklaşır. Biçimler bozulmaya, sonra başka imgeler görünürlük kazanmaya başlar. Fotoğraflayacağınız imgenin ilk olarak dikkatinizi çektiği anda bulunduğunuz noktaya dönmek için büyük çaba verirsiniz; bunu bazen başarırsınız, bazen de o imgeyi ancak kısmen yakalayabilirsiniz. Benim çocukluk anılarım da bu yansımalara benziyor.
İstanbul’a yeni taşındığım dönemde çektiğim bu kareye baktığımda, camdaki yansımada görünen kimi net, kimi bulanık şeyler gibi, anılarımın da iki türlü olduğunu hissediyorum. Çok sayıda imgeyle görsel bir hafıza oluşturan anılarımı net bir şekilde hatırlıyor, kelimeler aracılığıyla onlardan hikâyeler örebiliyorum. Buna karşılık, tek bir imgeden ibaret olan anılarımın hikâyeleri yok. Net olan anım çok; bulanık anılarım net olanların gölgesinde kalıyor, onları yakalamak gittikçe zorlaşıyor. Yine de, hepsi zihnimdeki yerini, aynı yoğunlukta koruyor. En önemlisi de şu: Bazı anıların tek bir imgeden ibaret ve bulanık olması, hayal ürünü oldukları anlamına gelmiyor, hem de hiç. Bunların yaşanmış deneyimler olduğunu biliyorum; her biri, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, sık sık, aynı şekilde aklıma geliyor.
Mesela, gördüğüm ilk tankı, tek bir imgeyle hatırlıyorum; ne öncesi var, ne sonrası, ne de hafızamdaki anlatılarla bir bağlantısı. Dört yaşımda ya var, ya yokum. Bir sonbahar sabahı, hava tamamen kurşun rengi; annem beni kollarının arasına almış, yatıyoruz. Pencereden bir tank görünüyor; sokakta, evimize çok yakın bir yerde durmuş. Sadece tank, grilik, ve tam bir sessizliğe bürünmüş, ıssız sokak. Annem “Bu bir tank, oğlum. Wahda sona erdiği için gelmiş” deyip bana daha sıkı sarılıyor. Havada endişe veren, korkunç bir tehlike seziliyor; bunu annemin sesinin tonundan anlıyorum. Korkuyorum. Hepsi bu, hikâye burada bitiyor. Fakat o imge sık sık hafızamda beliriyor ve hâlâ, o gün duyduğum korkuyla ürperiyor yüreğim. Hafızamda, sonraki günlerde olup bitenlere dair herhangi bir anı yok, ama biraz büyüyünce, Wahda’nın (Arapçada ‘birlik’ demek), Mısır, Suriye ve Irak tarafından kurulmuş ve 1961’de Suriye’de yaşanan beklenmedik askerî darbe nedeniyle kısa ömürlü olmuş federasyonun adı olduğunu öğrendim. Federasyonun sona ermesinin ardından gelen işkenceler, o ‘kapıda bekleyen tehlike’ korkusunun haksız olmadığını gösterdi.
Bir de ilk kez ‘şoqle’ (Kürtçede nohut) yiyişim var. Sapların üzerindeki balon benzeri keseleri pıtlatır, içindeki taze nohutu çıkarırsınız. Resulayn’da, dedem ve ninemin evinin hemen karşısında, Suriye-Türkiye sınırının yakınında bulunan bir açık alandayız. Çok küçüğüm. Annemin en küçük kuzeni Sonig, her tarafa yayılmış çalılardan şoqleleri koparıp bana veriyor. Sınır yönünden çok güçlü bir rüzgâr esiyor; ödüm kopuyor. Sonig gülümseyerek “Korkma, ben yanındayım” diyor ve eteğini kaldırıp üzerime geçiriyor. Etek etrafımı balon gibi kaplıyor, çömeliyorum. Bacaklarının yumuşaklığını ve beyazlığını, bej rengi eteğinin arka yüzündeki renkli çiçek motiflerini hatırlıyorum. Orada rüzgâr beni korkutmuyor artık. Bu olayın da ne öncesini hatırlıyorum, ne sonrasını.
Aradan altmış yıl geçmişken, neden hâlâ bu anlık geri dönüşleri yaşıyorum acaba? O anların, nasıl olup da kendi duygularıyla birlikte gelip bana aynı şeyi yeniden yaşattıkları, benim için bir muamma. Bu anıların en inatçısı, Kamışlı’daki çölle ilgili. Açık alanda, hiç durmadan sağa sola bakarak, heyecanla birini takip ediyorum. Toprak kuru değil, önceki gün yağmur yağmış gibi. Solumda geniş bir eteğin mavi çiçekli uçlarını görüyorum. Sağımda bir uçak pervanesi ve bir uçak kanadı parçası var. Solda, daha ileride her yere dağılmış, koyu renk metal parçaları... Kamışlı’da bir uçak düşmüş. Korkmuyorum, çünkü uçak kazalarının ne kadar trajik olabileceğinden, insanların bu yüzden ölebileceğinden henüz haberim yok. Heyecanlıyım, çünkü ilk kez bir uçağı yakından görüyorum. Daha da yaklaşınca neler göreceğimi merak ederek koşuyorum. O güne dair hatırladıklarım, nemli, kırmızımsı toprak, etek ve pervaneden ibaret. Yüzler, sesler yok. Sadece bir anlık bir kare. Koşarken attığım bir adım havada donup kalmış sanki, aynı fotoğraflardaki gibi.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz