Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
O yaz Kosti’yle birlikte ne çok eğlenmiştik... Bir sürü kutu oyunu oynamış, bol bol çene çalmış, saatlerce resimli roman okumuştuk. Birkaç kez de kostüm giyip dışarı çıkmıştık. Batman ve Robin gibi giyinip maskelerimizi takıyor, yanımıza birkaç oyuncak tabanca alıp sokağa fırlıyorduk. Her seferinde o Batman oluyordu, ben de Robin. Onun kostümü, pelerinine varana kadar tam takımdı, benimki ise bir maske, kırmızı tişört ve pelerin yerine geçen bir havludan ibaretti. O kostümlerle ilk kez dışarı çıktığımızda çok utanmıştım. Bizim sokaktaki çocukların beni tanımasını istemiyordum, dalga geçerler diye. Allahtan maskem vardı. Ama nasıl olduysa, çocuklar bizden çok etkilendiler. Kosti, onları da alıp bir ‘iyi adamlar (biz) - ‘kötü adamlar’ oyunu kurdu. Birlikte oynamak o kadar eğlenceliydi ki, ertesi gün ve sonraki günlerde de devam ettik. Yeni arkadaşlar edindiğim için sevinçliydim. İçlerinde en ilginç olanı Kosti’ydi. Her sabah balkondan işaret ederek beni evlerine çağırırdı. O bize hiç gelmezdi; o kadar çok oyuncağı, kostümü, resimli romanı varken neden bizim evde vakit geçirmek isteyecekti ki zaten? Ayrıca, annesi Sabina bize hiç karışmazdı.
Sabina, annemden gençti; her zaman tayt ve bluz giyer, saçlarını Farah Diba gibi toplar, gözlerine sürme çekerdi. Annemin aksine, şık görünürdü. Güzel de bir kadındı. Çoğu zaman oturma odasında oturup sigara içerdi, odanın perdeleri hep kapalı olurdu. Bir tek, Kosti ve kız kardeşi kavgaya tutuştuğunda kalkıp onları barıştırmaya çalışırdı. O kavgalarda Kosti kardeşine çok acımasız davranırdı, bir şeyler alır, mesela Barbie bebeklerinden birini kapıp kafasını söker, ona fırlatırdı. Galiba astımı vardı; durduk yerde nefesi kesilirdi, öksürük krizi tutardı. Kavga ederken de durmadan öksürür, sonunda yatağına uzanır, nefes alabilmek için çırpınırdı. İkimiz de dokuz-on yaşındaydık ama o altı yaşında gibiydi, zayıftı. Muhtemelen prematüre doğmuştu. Annesi ona hep “chérie”, “habibi” (tatlım, canım) diye hitap eder, böyle kavgalar çıktığında onu hiç azarlamaz, sakinleşip uyuyakalıncaya kadar onunla tatlı tatlı konuşurdu. Öyle biriydi Sabina, sevecen ve tatlı. Ama bizim sokakta, hakkında çok dedikodu yapılırdı. Bazıları, eskiden gece kulüplerinde, içkili yerlerde dansçılık yaptığını, namuslu bir kadın olmadığını, evlenmiş olmasına rağmen geçmişindeki lekeyi silemediğini söylüyordu. O zamanlar böyle yerlerde çalışan kadın şarkıcılara, dansçılara iyi gözle bakılmazdı. Ama annem bu dedikodulara aldırmazdı. Öyle biriydi annem işte; insanlara dair fikirleri olsa da, hatta kimilerini sert bir şekilde eleştirse de kimseyi hor görmezdi. Sabina’yı severdim, onun da beni sevdiğini hissederdim. Bir keresinde bana, oğlunun benim gibi iyi bir arkadaşı olduğu için çok mutlu olduğunu söylemişti.
Kosti’yle arkadaşlığımız, birlikte geçirdiğimiz ikinci yazın sonunda bitti. Birbirimizi bir daha hiç göremedik, çünkü onu ve kardeşini yatılı okula yolladılar. Ama ben, henüz okumamış olduğum Superman’leri ödünç almak için evlerine gitmeye devam ettim. Kapıyı çalardım, Sabina yüzünde sevecen bir gülümsemeyle beni içeri alır, sonra karanlık oturma odasına dönerdi. Neden geldiğimi bilirdi. Arka balkona gider, çizgi romanları alır, ona veda edip çıkardım. Neredeyse hiç konuşmazdık. Bir tek, Superman koleksiyonundan aldığım son kitapları geri götürdüğümde, tam çıkıyordum ki bana “Berge, chérie, bir dakika yanıma gel” dedi. Şaşırmıştım. Yanına gittim; gülümseyerek “Birazcık yanımda kalır mısın?” dedi. Üzgün görünüyordu. Aklım karıştı, hatta telaşlandım. O çocuk hâlimle, içimden bir şey, neden bilmem, bir mazeret bulup oradan ayrılmam gerektiğini söylüyordu. Bildiğim tek şey, Sabina’nın bir kadın, oturma odasının da fazla karanlık olduğuydu. Bir şey uydurup hemen çıktım evden. Ve Sabina’yı bir daha hiç görmedim. O günü ne zaman hatırlasam yüreğim burkulur. Bana sadece üzüntüsünü anlatmak istemişti belki de.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz