Haftalar önce, İsrail Ordusu, ülkenin güneyinde yaşayanlara X (eski Twitter) üzerinden evlerini terk etmeleri ve “daha güvenli yerlere yerleşmeleri” talimatı verince, yaşadığımız bölgelere çok sayıda mülteci geldi. Burç Hamud’da kıyafet mağazası olan arkadaşım Zaven, “50-60 yaşlarında, siyah giysili, başörtülü üç kadın dükkâna gelip çalışana ihtiyacım olup olmadığını sordular. İş arıyorlardı. Yüreğim paramparça oldu. Zaten hiç iş yapamıyorum, onlara bir şey diyemedim” dedi. Çok geçmeden, evimin önünde bir kadın beni durdurup “Bildiğiniz kiralık ev var mı?” diye sordu. Burada uygulanan politika, yaptığımız okumalara ve çalışmalarımıza yansıyan sömürgeci ve emperyalist iştahtan farklı değil; cezasızlıkla korunarak, insanları topraklarına bağlayan her şeyi yok etmeye devam ediyor.
ARAZ KOJAYAN
3 Ekim’de, dinlenmeye ihtiyaç duyan zihnim uykuya dalmak üzereyken, gece yarısından birkaç dakika önce yüksek bir ses ve hafif bir sarsıntı beni yatağımdan sıçrattı. Beni bunaltan şey korku değildi; bilinçaltım hayatta kalma deneyimleriyle doluydu, daha birkaç gün önce, 27 Eylül’deki patlamadan ve birkaç yıl önce, 4 Ağustos’ta Beyrut limanındaki patlamadan fiziksel zarar görmeden kurtulmuştum. Bu kez beni bunaltan, şaşkınlığım ve gerçeklikten kopuşum oldu. Böylesine ağır bir bombardımana tanıklık etmek ve hayata her şey normalmiş gibi devam etmek nasıl mümkün olabilir?
Ben bu satırları yazarken, İsrail Ordusu Lübnan’ın güneyindeki Mays al-Jaba köyünü taş üstünde taş bırakmayacak şekilde bombalıyor, Kafr Şuba köyünden bir çoban ise 1200 koyunla yola çıkıp yaklaşık 50 kilometre yürüyerek 500 koyunla Bekaa Vadisi’nin güneyine ulaşmaya çalışıyor. Aslen güneydeki Rmeyş köyünden olan ve şimdi Beyrut’ta yaşayan arkadaşım Maryam, 30 Ekim sabahı telefonuma bir mesaj bıraktı: “Bahiya kaçıyor, (İsrail Ordusu) onların bölgesi için de tahliye çağrısı yaptı.” Bahiya, Baalbek’ten arkadaşımız. Ona çaresizce yazdığım mesaja, kısa ve nefes nefese bir sesli mesajla cevap verdi: “Beyrut’a gelemeyiz; yol yok. Şu an burada kalacağız. Bizim için dua et Araz.”
Haftalar önce, İsrail Ordusu, ülkenin güneyinde yaşayanlara X (eski Twitter) üzerinden evlerini terk etmeleri ve “daha güvenli yerlere yerleşmeleri” talimatı verince, yaşadığımız bölgelere çok sayıda mülteci geldi. Burç Hamud’da kıyafet mağazası olan arkadaşım Zaven, “50-60 yaşlarında, siyah giysili, başörtülü üç kadın dükkâna gelip çalışana ihtiyacım olup olmadığını sordular. İş arıyorlardı. Yüreğim paramparça oldu. Zaten hiç iş yapamıyorum, onlara bir şey diyemedim” dedi. Çok geçmeden, evimin önünde bir kadın beni durdurup “Bildiğiniz kiralık ev var mı?” diye sordu.
Burada uygulanan politika, yaptığımız okumalara ve çalışmalarımıza yansıyan sömürgeci ve emperyalist iştahtan farklı değil; cezasızlıkla korunarak, insanları topraklarına bağlayan her şeyi yok etmeye devam ediyor. Bu savaşta bir milyondan fazla insan topraklarından, evlerinden ve köklerinden koparılmakla kalmadı, İsrail’in yaptığı büyük yıkımlar nedeniyle bu insanların evlerine dönmeleri de son derece zorlaştı. Ayrıca, güneyde İsrail tarafından kullanılan, beyaz fosfor içeren silahlarla ilgili en az 17 vaka kaydedildi. Bu kimyasal madde, doğayı da tamamen yok ediyor, yakıp yıkıyor. Eğer bu, yerlileri ve çiftçileri topraklarından etmek değilse nedir?
Lübnan savaş günlüğümü Parrhesia Kolektifi’ndeki arkadaşlarımla paylaştığımda, konuşmalarımızdan birçok gözlem çıktı. Bunlardan biri, her zaman ezilenin tarafına düşüyor olmamdı. Bir Ermeni ve bir Lübnanlı olarak, hem uzak geçmişimde hem de hayatım boyunca, yurt olarak bildiğim her iki coğrafya da her zaman sömürgeci politikalara maruz kalmış, insanlar topraklarında yaşamak ve üretmekten ziyade kendilerini hayatta kalmaya vakfetmek zorunda kalmıştı.
Halkların mücadelelerine uzaktan sempati duymak ne kadar kolay, ancak krizler içinde güçlü bir birey olarak ayakta ve hayatta kalmak ne kadar büyük bir güç ve zihinsel kapasite gerektiriyor... Doğal olarak, o sömürgeci devletlerin halklarından ezilenlere ve kurbanlara destek için gelen dayanışma dalgalarını gördüğünde kalbi şükranla doluyor insanın. Elbette, çeşitli nedenlerle, aynı dayanışmanın ezilen tüm halklara ve kurbanlara gösterilmemesi de ayrı bir mesele. Kolektifteki arkadaşlarımla konuşurken, ezenlerden olmaktansa her zaman ezilenin tarafında kalmayı tercih ettiğimi ifade ettim. Arkadaşlarım bu söz karşısında sessiz kalamayıp üçüncü bir yol önerdiler: direnmek. Çünkü ezilenler karamsar, umutsuz değildir; ezilenlerin direnme kapasitesi vardır. Bu savaş ve çile hikâyelerini sonuna kadar sırtımızda taşıyacağız ama direniş hikâyelerimiz de olacak.
Elbette, hayatı her zaman olduğu gibi sürdürmek kolay değil. ‘Normal’in, tüm yerler ve zamanlar için geçerli bir tanımı yok. Mevcut ‘normal’imiz, X’te rastgele bir şekilde halka verilen zorunlu göç talimatlarına uymak, felaketten sağ çıkmak için bir tür köşe kapmaca oynamaya çalışmaktır. Bu ‘normal’ daha ne kadar sürecek? Eğer yaşarsak, göreceğiz.