Şurası da ironiktir ki, senelerce Öcalan’ı etkisizleştirmeye çalışan, tecrit politikasıyla bu etkisizleştirme operasyonunu zirvesine taşıyan bir siyaset tarzı ve onun yapıcıları, şimdi Öcalan’ın sözünün etkisinden yararlanmaya çalışıyorlar. Bu da onlar adına bir öngörüsüzlük olsa gerek.
Hep söylediğimiz gibi, Türkiye ilginç bir ülke. Tam hız bir yöne doğru gidiyormuş gibi görünürken direksiyonu bir anda kırıp sizi kontrpiyede bırakır. Siyasette son zamanlarda yaşadıklarımız gene böyle bir görüntüyü andırıyor. Önce ‘normalleşme’ tabiri tekrar gündeme getirildi. Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem ana muhalefet partisinin başkanı Özgür Özel normalleşmenin devam edeceğini söyledi. Derken, Meclis’in açılışı sırasında, MHP Genel Başkanı ve iktidarın fiilî ortağı Devlet Bahçeli Meclis’te, kendisinin de söylediği gibi planlı bir hareket olarak DEM Parti sıralarına gidip DEM Parti milletvekillerinin elini sıktı. Erdoğan bu hareketi “kardeşlik adına” çok kıymetli bulduklarını söyledi. Sırrı Süreyya Önder, “barışa gönül indirdikleri”, “tarihsel meselemizi ilk defa konuşma eksenine, tartışma eksenine çekmeye çalıştıkları” için Erdoğan’a ve Bahçeli’ye TBMM başkanlık kürsüsünden teşekkür etti. (Önder, kendisinin de bir parçası olduğu, 2013–2015 arasındaki çözüm sürecini böyle bir eksen olarak değerlendirmiyor demek ki.)
Bahçeli bununla yetinmeyip, Özgür Özel’in de dediği gibi âdeta el yükselterek, Salı günkü grup toplantısında gerekirse Abdullah Öcalan’ın TBMM çatısı altında konuşma yapabileceğini söyledi! Tam olarak şöyle dedi: “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın [yani hapisten çıkarılsın diyor]. Ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM’e uzansın, bu ağır ve tarihî terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın. Hodri meydan, buna varız. Vatan, millet, devlet, bayrak, ortak gelecek ve tam bağımsızlık için bunu dahi sineye çekmeye sonuna kadar hazırız.”
Bu, şüphesiz önemli bir konuşma ama olduğundan fazla bir nitelik de atfetmemek gerekiyor. Bahçeli, konuşma boyunca hem nalına hem mıhına vuruyor, hem sopayı hem havucu gösteriyor ve esasen Öcalan’dan beklentisi bir teslimiyet çağrısı yapması. Zaten konuşmanın tümüne baktığınızda gerek iç gerek dış siyaset açısından üzerinde durulması gereken birçok husus var. Örneğin, şu aşamada spekülatif bir soru olsa da, Bahçeli’nin bu çıkışı acaba Ortadoğu’da çıkması beklenen ‘büyük savaş’ta safların yeniden belirlenmesine yönelik bir adım mı? Eğer öyleyse, bunun kısa sürede yapılabilmesi mümkün ve gerçekçi mi?
Tartışmaya açık hususların hepsi bir yana, Bahçeli’nin konuşmasında varsaydığı gibi Öcalan’ın örgüt ve genel anlamda Kürt siyaseti üzerine hâlâ bu kadar etkili olduğundan nasıl emin olabiliyoruz? Yanlış anlaşılmasın, “değildir” demiyorum, bunu diyecek konumda değilim. Aklıma takılan şu: Öcalan’ın bir açıklamasıyla, önü arkası belli olmadan ‘örgüt’ kendini lağveder mi? Lağvedince üyelerine ne olacak? Yoksa bunlar belli mi, müzakere yapılıp sonuçlandırıldı mı? Sanmam. Bahçeli mezkûr konuşmasında örgüt üyelerine Türkiye mahkemelerini işaret ediyor, oradan çıkacak kararlara razı olmaları gerektiğini ima ediyor. Bu, kendini lağvedecek bir örgütün üyeleri açısından ne ölçüde kabul edilebilirdir? Ayrıca, örgüt derken buna Türkiye’nin hep “PKK’nın uzantısı” dediği Rojava’daki hareket de dâhil mi? O da mı kendini “lağvedecek”? Bu da pek gerçekçi durmuyor.
Şurası da ironiktir ki, senelerce Öcalan’ı etkisizleştirmeye çalışan, tecrit politikasıyla bu etkisizleştirme operasyonunu zirvesine taşıyan bir siyaset tarzı ve onun yapıcıları, şimdi Öcalan’ın sözünün etkisinden yararlanmaya çalışıyorlar. Bu da onlar adına bir öngörüsüzlük olsa gerek.
Üzerinde durulması gerekenler bundan ibaret değil. Her ne kadar Bahçeli’nin çıkışının gölgesinde kalsa da, Özgür Özel de geçen Pazartesi Selahattin Demirtaş’ı ve Selçuk Mızraklı’yı hapishanede ziyaret ettikten sonra önemli açıklamalar yaptı. Şunları söyledi: “Öncelikle, böyle bir görüşmeyi yapmak zorunda olmanın utancı içindeyim, çünkü her ikisi de görevleri başındayken, Selahattin Demirtaş partisinin eş genel başkanıyken, Meclis’te milletvekiliyken güya hiç kimseden talimat almayan, almaması gereken hâkimlerin bir gece yarısı farklı farklı şehirde hep beraber uyanıp, evlerine baskınlar yaptırıp pek çok milletvekilini aynı anda alıp götürdükleri ve bindirilecekleri uçakların bile hazır tutulduğu bir operasyonun sonunda buraya kondular.”
Kısacası Özel, Demirtaş ve Mızraklı’nın haksız yere hapse konduğunu ve orada tutulduğunu ve bunun sorumlusunun belli olmasına rağmen kendileri için de bir utanç kaynağı olduğunu söylüyor. Bunlar, kendi partisinin de sorumluluğunu kabullenen, önemli, ve ‘utanç’ kelimesinde ifadesini bulan, kuvvetli sözler. Ayrıca bu ziyaretin, Özel’in Kürt tabanının geniş olduğu illere çıkacağı gezi öncesinde yapıldığını ve Özel’in, bu ziyaret yapılmadan o geziye çıkmanın bir anlamı olmayacağını, Demirtaş gibi bir aktörün öneminin “altının kalın kalın çizilmesi” gerektiğini söylediğini de belirtelim.
Görünen manzarada şöyle ilginç bir durum var: Cumhur İttifakı da,CHP de belli bir yakınlaşma peşinde ama Cumhur İttifakı, Erdoğan’ın desteğiyle Bahçeli’nin ağzından tabiri caizse Öcalan ve DEM üzerine oynarken CHP, Demirtaş üzerine oynuyor. Bu belli bir koordinasyonun, Kürt siyasetini çatlatmak için yapılmış bir işbölümünün gereği midir, yoksa tarafların samimi politikaları mıdır, şu aşamada söylemek zor. Gerçi, Gültan Kışanak, İlke TV’ye verdiği röportajda kendisine Bahçeli’nin Edirne ve Kandil’i süreç dışı bırakıp Öcalan ve DEM’i işaret eden sözleri sorulunca, Öcalan ile Kandil, Demirtaş ile DEM arasında bir fark olmadığını söyleyerek böyle bir çatlatma girişiminin başarılı olamayacağını ima etmiş oldu.
Henüz her şey çok belirsiz, aktörler zemin yokluyor, onun için kesin yargılarda bulunmak mümkün değil. Fakat şu bir gerçek ki Türkiye’yi kalıcı huzura, sağlam temelleri olan bir toplumsal barışa götürecek her hamle değerlidir. Bunun başarısının önemli bir gereği samimiyettir. Yoksa, eğer niyet gene sol gösterip sağ vurmaksa tarihin tekerrüründen başka bir şey olması zor. Bu açıdan son çözüm sürecinden alınacak dersler vardır ki bunlardan biri de, belirsiz, takvimsiz veya gözlemcisiz, hakemsiz, şeffaf olmayan, dolayısıyla spekülasyonlara açık olan barış süreçlerinin başarı şansının düşük olduğudur. Tabii, sorunu salt bir teslim olma / silah bırakma olarak görmek, zaten sürecin ölü doğmasına sebep olacaktır.
Yazıyı olumlu bir hususla bitireyim. Fark ettiniz mi, Bahçeli yani MHP de dâhil herkes artık “Kürtler” ifadesini ne kadar rahat kullanıyor? Kürtlerin sorunlarından, tercihlerinden, “kazanılmasından” bahsediyorlar. ‘Kürt’ kelimesinin tabu olduğu bir ülkeden bu noktalara gelinmiş olması da insanın yüzüne acı bir tebessüm oturtuyor. Değdi mi onca yıllık inkâr politikasına, çekilen acılara, yitirilen onca insan canına?