Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
İnsanın sırf meraktan, beklenmedik bir anda yaptığı bir keşif, kimi zaman başka keşiflere de vesile olur. İnsan yaratıcılığı, bir nedenle bir tepeden yuvarlanmaya başlayan bir kaya parçası gibidir; bir kere hareket etti mi, en dibe inene kadar onu hiçbir şey durduramaz. ‘Yaratıcılık adrenali’nin yolda ne kadar yükseldiğine bağlı olarak, uzun bir süre devam edebilir. Yolculuğun ardından etrafı tamamen yeniden şekillenebilir; yuvarlanan kaya gibi, kendini bambaşka, yepyeni bir ortamda bulabilir – tabii, her şeyin hemen hemen aynı olduğu bir ortama da düşebilir. Yaratıcılığın derecesi, insanın ruhunun derinliğine ve hayatın karşısına neler çıkardığına, yani kadere bağlıdır. Benim kaderimi belirleyen ve otuz yılı aşkın bir süredir fotoğraf çalışmalarımı şekillendiren şey, merak oldu. İnsanların çeşitli olayları kutlama biçimlerine, tanrı inançlarına, aralarındaki etkileşime, bunlardaki evrenselliğe dair merakım, iki şehrin, önce Toronto’nun, sonra İstanbul’un kalbinde çıktığım sonsuz keşif yolculuğunda bana rehberlik etti. Bazen kendimi o tepeden düşen kaya gibi hissediyorum; yola çıkıp merceğimle keşfettiğim şeyin güzelliğini görünce, verdiği yüksek dozda adrenalin almış gibi durmaksızın yuvarlandım.
Her şey, İtalyanların ve Portekizlilerin birlikte düzenlediği Kutsal Cuma geçit törenine gidişimle başladı. Bu töreni ilk kez fotoğrafladığım o gün, izleyici kalabalığı içinden biri, kırk gün sonra, yakındaki arka sokaklardan birinde başka bir geçit töreni daha olacağını söyledi. Bu bilgiyi aklıma kazıdım ve söylediği tarihte oraya gittim. Sadece Portekizlilerin katıldığı, küçük bir dinî törendi. İyi fotoğraflar çekemedim ama yaz başında, yine Portekizlilerin, parkta bir festival yapacaklarını öğrendim. Oraya da gittim. Böyle böyle, şehrin Portekizli topluluğunu fotoğraflamaya başladım. O parkta yılda bir düzenlenen dört ayrı festivale katıldım. Bunlardan ikisi, kilisede ayinle başlayan, ardından sokaklarda maketlerin taşındığı, kostümlü geçit törenlerinin yapıldığı dinî kutlamalardı. Bir diğeri, Portekiz’den gelen öğrenciler ile yerel Portekiz topluluğundan öğrencilerin bir araya geldiği bir müzik şenliğiydi. Dördüncüsü ise, bütün bir haftasonu parkta yapılan çeşitli eğlenceli etkinliklerle kutlanan Portekiz Günü’ydü. Bu festivali önceden beri takip ediyor, her seferinde iki gün boyunca fotoğraf çekiyordum. Önce kostümlü geçit töreni yapılır, ardından, iki gün de, öğleden sonra ve akşam çeşitli konserler olurdu. Müzikle, yemekle, lunapark eğlenceleriyle dopdolu geçen, parkta adım atacak yerin kalmadığı, çok güzel bir festivaldi. O yılki festival fotoğraf açısından harikaydı. En az yirmi tane müthiş kare yakalamıştım. Arkadaşlarım etkilenmiş, hatta içlerinden biri birkaç fotoğrafı seçip benden istemişti; ben de vermiştim elbette. Nasıl olsa, kendi koleksiyonum için tekrar tab edecektim filmleri. Birkaç gün sonra arabamın çalınacağını, filmlerin de arabayla birlikte gideceğini nereden bilebilirdim ki… Bu olayın ardından, utana sıkıla, arkadaşımdan o fotoğrafları geri istedim mecburen. Yukarıda gördüğünüz, onlardan biri. O yıl Portekiz Günü’nde çektiğim fotoğrafların filmlerinin tamamı yok olmuş, sanki o şenliklere hiç gitmemişim gibi tuhaf bir hisle ve içime oturan acıyla kalakalmıştım. Ne yapalım, hayat...
Keşif meselesine dönecek olursak, Portekizliler benim için bu keşiflerin sadece ilkiydi. Zaman içinde Sri Lankalıları, Tibetlileri, Hindistanlıları, Amerika yerlilerini ve birçok diğer topluluğu da tanıdım. Hepsi tesadüfi keşiflerdi bunların; sırf meraktan... Bu karşılaşmalar, Toronto’nun görsel açıdan yeterince zengin olmadığı, ilginç fotoğraflar çekebilmek için uzak memleketlere, mesela Çin’e, Balkanlara, Güney Amerika’ya gitmem gerektiği gibi bir hisse kapılmaya başladığım bir döneme denk gelmişti. Ve bir gün fark ettim ki seyahat etmeme hiç gerek yoktu, yaşadığım şehirde bütün dünya gözlerimin önündeydi. Farklı mahallelerde birçok göçmen topluluğunun yaşadığı, 167 dilin konuşulduğu bir şehirdi Toronto. Bu keşifle, uzun süre su altında kaldıktan sonra nefes almış gibi oldum âdeta.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz