Hikâyeyi insan-olmayanın perspektifinden anlatan, sadece köpeklerin seslerini duyduğumuz, sözsüz bir film olan ‘Chienne d’Histoire’ın [Hayırsız Ada] ardından, yine Avedikian’ın, 1910’daki köpek katliamından 100 yıl sonra İstanbulluların sokak köpekleriyle ilişkilerini konu alan ‘Histoire de Chiens’ [Köpek Hikâyeleri] adlı belgeseli gösterildi. Şehir sakinlerinin birbiriyle çelişen söylemlerine, şehrin dinamik ve oturmamış karakterine, insanlar ile köpekler arasındaki dostluklara odaklanan bu filmde, ilk filmin aksine, köpeklerle kurdukları ilişkileri insanların ağzından duyduk. Bu film, üslubuyla, ilk filmin üzerimizde bıraktığı ağırlığı bir an için de olsa hafifletti.
TAMAR GÜRCİYAN
“Hikâyeler ideolojilerden çok daha büyüktür.
İçlerinde umudumuzu taşırlar.”
Donna Haraway
Köpeklerin Sivriada’ya sürülüş hikâyesini çocukken, Kınalıada’nın arkasındaki yokuşlu yolda, adanın taş ocağı olarak kullanıldığı dönemden kalan çıplak kayalıklardan Sivriada’ya bakarken öğrenmiştim. Bu hikâye, yeni çıkan yasadan sonra Serge Avedikian’ın ‘Chienne d’Histoire’ [Hayırsız Ada] adlı filmiyle yeniden gündeme geldi.
Önceki hafta Berlin’de, AKEBİ (Irkçılığa, Milliyetçiliğe, Ayrımcılığa Karşı Aktivist Eylem Birliği), sokak hayvanlarını sahiplendirme çalışmaları yürüten ‘Armenian Animal Aid’ (AAA, Ermenistan Hayvanları Yardım Kuruluşu) ve Ermeni yönetmenlerin filmlerini ayda bir gösteren ‘Armenian Movies Day’ (Ermeni Filmleri Günü) tarafından düzenlenen, moderatörlüğünü üstlendiğim, ‘Beyond the Bark’ (Havlamanın Ötesinde) etkinliği, bu kısa animasyon filmle başladı.
Filmde Thomas Azuélos’un sulu boya çizimlerine tekrar bakarken, Mardiros Saryan’ın 1910’da İstanbul’u ziyaret ettiği zaman çizdiği sokak köpekleri tablolarını düşündüm. Saryan otobiyografisinde, köpeklerin İstanbul sokaklarının ayrılmaz bir parçası olduğuna ve insanların sakin bir ustalıkla, durağan köpek adacıkları arasından yürüdüklerine değinir, İstanbul köpeklerini dönemin şehir morfolojisinin ayrılmaz bir parçası olarak betimler.
Hikâyeyi insan-olmayanın perspektifinden anlatan, sadece köpeklerin seslerini duyduğumuz, sözsüz bir film olan ‘Chienne d’Histoire’ın ardından, yine Avedikian’ın, 1910’daki köpek katliamından 100 yıl sonra İstanbulluların sokak köpekleriyle ilişkilerini konu alan ‘Histoire de Chiens’ [Köpek Hikâyeleri] adlı belgeseli gösterildi. Şehir sakinlerinin birbiriyle çelişen söylemlerine, şehrin dinamik ve oturmamış karakterine, insanlar ile köpekler arasındaki dostluklara odaklanan bu filmde, ilk filmin aksine, köpeklerle kurdukları ilişkileri insanların ağzından duyduk. Bu film, üslubuyla, ilk filmin üzerimizde bıraktığı ağırlığı bir an için de olsa hafifletti.
Filmde, Cihangir’deki bir kafenin sahibi, köpeklere yönelik şiddetin geçmişten gelen ve bize yabancı olmayan, kendine benzemeyeni öteki olarak niteleyen bir anlayıştan kaynaklandığını söyledi. Film gösteriminin ardından, Münih Maximilian Üniversitesi’nden doktora öğrencisi Orhun Yalçın, bu anlayışın şiddet pratiklerini Osmanlı’nın 19. yüzyılda Yanya, Mısır ve Fırat-Dicle havzasında sürdürdüğü kolonyal faaliyetleri örnek vererek anlattı; bu faaliyetlerin uzun vadeli sonuçlarını Rob Nixon’ın ‘slow violence’ [yavaş şiddet, Orhun Yalçın’ın çevirisiyle ‘sürüncemeli şiddet’] kavramıyla açıkladı. Nixon’a göre sürüncemeli şiddet, bilinçli olarak alınan kararların ardından yavaşça kendi doruk noktasına ulaşan bir şiddet türüdür; çevresel bozulma ve iklim değişikliği gibi, etkisini uzun vadede gösteren olayları kapsar.
Yalçın bu kavramı kullanarak Osmanlı’nın sosyal ve politik tahakküm pratiklerini birincil kaynaklar ışığında anlattı ve bizi, şiddetin kısa vadeli etkileri yerine uzun vadeli ve görünmez sonuçları üzerine düşünmeye davet etti. Yalçın, Yanya’daki bataklıkların kurutulup tarım arazisine dönüştürülmesiyle yerinden edilen Yunan halkından, Mısır'da Mahmudiye Barajı’nın yapımında hayatını kaybeden yerel halktan ve Ermenilerin gitmesiyle verimliliğini kaybeden topraklardan, bu süreçte yaşamını yitiren kedi, köpek ve kuş gibi hayvanlardan bahsederken, insanla birlikte insan olmayanın hikâyesine de değinmiş oldu.
Post-hümanist düşünürler, bugün bizi insan merkezli bakış açısından çıkararak, insan-olmayanın öznelliğini de fark etmemizi sağlayan çoğulcu veya merkezsiz bakış açılarını ele almaya çağırır. Donna Haraway, ‘The Companion Species Manifesto: Dogs, People, and Significant Otherness’ [Yoldaş Türler Manifestosu: Köpekler, İnsanlar ve Önemli Ötekilik] başlıklı kitabında, ‘insan olmayan’ın yani hayvanların, siborgların, mekanik ve organik olanın ekolojik, sosyal vb. sistemlerdeki aktif öznelliğine dikkat çeker. İnsanın evrimini, insan-olmayanla kurduğu ilişki üzerinden ele alır. Köpekleri, insanın ve hayvanın birlikte evriminin ayrılmaz bir parçası olarak tasvir eder ve iki tür arasındaki karmaşık ilişkileri vurgular.
Ona göre tek bir yoldaş tür olamaz; bir tane yapabilmek için en az iki tane olması gerekir. Bunun için türler arası akrabalık kaçınılmazdır. Bu akrabalığı kurmak için ideolojik anlatıları bir kenara bırakıp, hikâye ve tarih anlatıcılığını yeniden ele alıp, içinde umudu barındırabilecek yeni anlatılar üretmek, insan ve insan-olmayanın birlikteliklerine alan açabilir. ‘Beyond the Bark’ etkinliği, bu yolda ufak ama değerli bir adımdı. Umuyorum ki dinlediğimiz hikâyeler, yeni anlatılar ve bu anlatılarla ortaya çıkan gerçeklikler, bizi çevremizle ve hayvanlarla ilişkilerimizi yeniden sorgulamaya ve daha sürdürülebilir ilişki biçimleri kurmaya davet eder. Hav.