PINAR ÖĞÜNÇ

Pınar Öğünç

Karanlık akan nehirler

Büyük Menderes Havzası'nda sekiz günlük bir saha araştırmasının ana izleğini oluşturduğu rapor, belli bir bölgeye odaklanarak derinleşiyor ama bununla kalmıyor. Aynı zamanda bu nehirden dünyanın denizlerine ulaşacak bir bakış açısıyla, örneğin Aydın'ın bir köyünden küresel ölçeğe çekilen hatlarla çevresel yıkımın motifini çıkarıyor. Bilimsel veriler raporu güçlendiriyor fakat veriye boğmadan, kimi zaman bir günce gibi, kimi zaman edebiyattan, psikolojiden çentiklerle anlatıyı bir “hikâyeye” dönüştürüyor.

Rebecca Solnit “Her çatışma, kısmen anlattığımız hikâye ya da kimin anlattığı ve kimin duyulduğu üzerine bir savaştır” diyor. Doğayı gözden çıkararak kâr odaklı yıkımını sürdüren sermayenin ve devletin dilindeki kelimeler kalkınmadır, büyümedir, ranttır. Balıkların, ağaçların, insanların itirazlarını mı duyacaklar, daha da yükseltirler seslerini. Mekânda Adalet Derneği ve Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı işbirliğiyle ortaya çıkan “Nehirler ve Çocuklar” başlıklı rapor  bu hikâyeyi sesleri duyulmayanlar tarafından anlatıyor. Büyük Menderes Havzası'nda sekiz günlük bir saha araştırmasının ana izleğini oluşturduğu rapor, belli bir bölgeye odaklanarak derinleşiyor ama bununla kalmıyor. Aynı zamanda bu nehirden dünyanın denizlerine ulaşacak bir bakış açısıyla, örneğin Aydın'ın bir köyünden küresel ölçeğe çekilen hatlarla çevresel yıkımın motifini çıkarıyor. Bilimsel veriler raporu güçlendiriyor fakat veriye boğmadan, kimi zaman bir günce gibi, kimi zaman edebiyattan, psikolojiden çentiklerle anlatıyı bir “hikâyeye” dönüştürüyor. 

Raporu kaleme alan Bülent Şık'ın gıda mühendisi ve akademisyen olduğu, gıdalarda ve sularda çeşitli toksik kimyasal maddelerin kalıntılarının belirlenmesi, gıda güvenliği ve çocuk beslenmesi üzerine çalışmalar yaptığı söylenmeli, fakat onun bir nehir çocuğu olduğu da eklenmeli. Mutfaktaki Kimyacı, Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikâyeler ve Çocuklar ve Gıda Güvenliği isimli üç kitabı olan Şık Adana’da, Seyhan Nehri’ne çok yakın bir mahallede büyümüş, yani neden söz ettiğini her manada iyi biliyor.

Kimyasal kirlilik, çoğu zaman muhteviyatı ve etkisini gördüğümüz geniş zaman birimleri nedeniyle görünmez oluyor, bazen de genelleştirilmiş çevre ve iklim krizi tartışmasının içinde kayboluyor. Barındırdığı “yavaş şiddet” yeterince takip edilmiyor, sorunsallaştırılmıyor. Buradaki “yavaş” yayıldığı uzun zamanı, aynı zamanda sinsiliğini işaret ediyor.

FOTO: Emirkan Cörüt

Yavaş şiddetin derin sonuçları

Afyonkarahisar’ın Dinar ilçesi yakınlarında doğan Büyük Menderes Nehri, Uşak’tan Banaz, Denizli’den Çürüksu ve Gökpınar, Aydın sınırlarında Akçay ve Karpuzlu çaylarını suyuna ekleyerek 584 kilometrelik yolculuğunu Söke'de denize dökülerek tamamlıyor. 2,5 milyon insanın yaşadığı havzasıyla Türkiye'nin büyük nehir ekosistemi. Tarihte her daim bolluğun, bereketin simgesi olmuş, fakat son yıllarda Büyük Menderes bağırıyor, sesi duyulmuyor. Şık rengi kararmış, bazen de ürkütücü bir tonda pembeleşen sulardan, kötü kokulardan söz ediyor. 

Bu yolculuğun üç ana hattı var: Altın ve kömür madenleri ile jeotermal enerji santrallerin havzada yol açtığı ekolojik ve toplumsal sorunlar. Uşak’ın Eşme ilçesinde, Ulubey Kanyonu civarındaki altın madeni, Denizli’deki açık linyit madeni ve Aydın'daki jeotermal enerji yatırımları takip edilerek Söke’ye varılıyor. Bu çerçeveye bölge sakinleriyle, yerel çevre örgütlenmelerinin özneleriyle, hukuki mücadeleyi üstlenenlerle ve uzmanlarla yapılan görüşmeler de eklenmiş. 

Nehirler her zaman uygarlıkların doğduğu, biyolojik çeşitliliğin en fazla olduğu yerler. Fakat çevresel kirlilikten de aynı derece muzdaripler. Kamu yararını esas almayan devlet kurumları ile şirketlerin iç içe geçen ağları öyle bir sarıyor ki herkes aynı şekilde de etkilenmiyor bu süreçten. Çevrede bulunan toksik kimyasal maddelere maruz kalmaktan konuştuğumuzda bu “yavaş şiddet” toplumun yoksul, zaten ayrımcılığa uğrayan ya da dezavantajlı kesimlerini daha fazla vuruyor.

Kirli hava, su ve toprak yoluyla ya da kullanılan çeşitli nesnelerle temas ederek toksik maddelere maruz kalmanın kardiyovasküler hastalıklar, akciğer kanseri, böbrek yetmezliği, organ işlev bozuklukları, astım, disleksi, dikkat eksikliği/ hiperaktivite bozukluğu, otizm, obezite, kalp hastalığı, felç, kanser, diyabet dahil olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarıyla ilişkisi anaakım tartışmalara giremese de yıllardır tartışılıyor, belgeleniyor. Küresel ve sistemik bir bakış farz; Amerika, Kanada, Avustralya ve Avrupa menşeli altın madenciliği şirketlerinin faaliyetlerini gittikçe izin ve denetim konularında daha “rahat” ülkelere kaydırmalarını ancak böyle kaynağına oturtabiliriz. Örneğin içine bir dağın sığabileceği duygusu uyandıran devasa yapısıyla Uşak'taki Kışladağ Altın Madeni 2006'dan beri Kanadalı madencilik şirketi Eldorado Gold'un uzantısı olan Tüprag Metal Madencilik tarafından işletiyor.

Madencilik demek yeraltı sularına darbe, ormansızlaşma ve bitki örtüsü kaybı, hava kirliliği, toprak fakirleşmesi, biyoçeşitlilik kaybı demek. Toksik etkili ağır metallerin toprak ve su varlıklarında yol açtığı kirlilik, kontrol edilemeyeceğini çeşitli örneklerle acı şekilde gördüğümüz devasa miktarda atık, tipik yavaş şiddet kaynaklarından.

FOTO: Emirkan Cörüt

İnsan beynine toksik saldırı

Büyük Menderes Nehri’ndeki kirlilik Uşak’ta, Dokuzsele Çayı çevresinde, tekstil sanayi ve evsel atıklarla başlıyor, Ulubey Kanyonu'nda koyu renkli, köpüklü ve kötü kokulu suya ulaştırıyor sizi. Ne acı ki ağaçların köklerini akan sudan olabildiğince uzağa doğru geliştirdiğini gözlemlemişler.  Denizli’deki deri ve tekstil endüstrilerinin atıkları ve kentsel atıklar Çürüksu ve Dandalaz çaylarıyla Büyük Menderes Nehri’ne taşınıyor. Çivril Gölü, ilk kez 1860'da İtalya’da Po Nehri’nde ortaya çıkan, zamanla Avrupa’daki nehir ve göllere yayılan kerevit vebasının Türkiye'de ilk görüldüğü yer. 

Denizli’den Aydın’a ulaştıklarında ana başlık kilometreler boyunca uzanan jeotermal enerji santralleri. Her yan duman, çürük yumurta kokusu... Çevre dostu enerji kaynaklarından biri olarak tanıtılan jeotermal enerji yatırımları, olması gerektiği gibi hayata geçmediğinde doğa ve insan için sadece risk kaynağına dönüşüyor. Birçoğu yerleşim alanlarına çok yakın, hatta ilkokullara, halı sahalara komşu olanları var. Bazıları sulama kanallarıyla, zeytinliklerle dip dibe. Aydın’da faaliyette olan kırka yakın santralin yüzde 90’ı kapama zeytin bahçelerinde kurulmuş. “Jeotermal akışkanlarında bor normalin 190, arsenik 250 katına varan fazla değerde” tespit edilmiş. 

2007’de jeotermallerle ilgili çıkarılan kanun kuyu açmak için vatandaşın rızasını da aradan çıkarıyor. Yani mal sahibi toprağını kiralamak ya da satmak istemezse devlet kamulaştırarak şirketin sorununu ortadan kaldırıyor. Her şey öyle açık ki devlet, getirdiği ve götürdüğü hesaplandığında zerre kamu yararı bulunmayan bir kamulaştırma için kendi zor gücünü kullanıyor, kamulaştırmanın bedelini de vatandaşa şirket ödüyor. Mülksüzleştirmeyle kalınmıyor, toplum, hatta gelecek kuşaklar cezalandırılıyor.

Raporda 1950’lerden beri 140 binden fazla kimyasal madde ve pestisit üretildiğinin fakat bunların çoğununun beyin ve sinir sistemi üzerindeki toksik etkilerinin yeterince test edilmediğinin kaydı düşülmüş. Hele çocukların odağında olduğu testler daha az. Son birkaç on yılda vaka sayısı artarak neredeyse normalleşen dikkat eksikliği/ hiperaktivite bozukluğu ile yine artık daha sık görülen otistik spektrum bozukluğu rahatsızlıklarının toksik kimyasal maddelerle ilişkisi endişe uyandırıcı. Şu kesin ki toksik kimyasal madde kirliliği dünyanın gelecekteki en büyük dertlerinden biri olacak. İnsan beyninde sinsice trajik hasara neden olan bu maddeler düşünme, öğrenme, muhakeme etme, hatırlama ve bağlantı kurma gibi en temel bilişsel yetileri, zihni melekeleri hedef alıyor. Toksik kimyasalları beyin dokusunda belirlemek kolay değil. Beyin ve sinir sisteminin gelişimi açısından bir önemli faktör de hormonal sistem, ki molekül yapısı hormonların molekül yapısına çok benzeyen toksik kimyasal maddeler vücuda girdiğinde hormon olarak algılanabildiğinden anılan “sinsilik” daha da yerine oturuyor. 
FOTO: Emirkan Cörüt
Raporda özellikle çocukların dert edilmesinin ardında “onlar bizim geleceğimiz” klişesinden daha somut ve sarsıcı bir sav var. Toksik maddelerin çoğunun plasentayı geçtiği ve daha anne karnında fetüse bulaştığı doğrulanmış durumda. Keza sayısı daha az olsa da babayı saran çevresel koşulların sperm yoluyla çocuğa etkisi üzerine araştırmalar mevcut. Her altı çocuktan biri beyinde doğuştan gelen bir kusurla dünyaya geliyor ve her sekiz çocuktan birinde dikkat eksikliği bozukluğu var. Çocukların bu toksik kimyasallarla her nevi karşılaşması ise fiziksel ve bilişsel açıdan gerileme riski barındırıyor. “Kalkınmacılar”, “ama dünya gücü olmak için buna mecburuz”cular tam da bu riski göze alıyorlar. Saldırı kolektif ve örgütlü olunca tek başına kendi çocuğunu koruyabilmek mümkün değil; en az saldırı kadar kolektif, örgütlü ve inatçı olma gereği doğuyor.