Koya adını veren Martha’nın hikâyesini hatırlamak, plajdaki son gelişmeleri anlamamıza yardımcı olabilir. Bir kadının bedenine yönelik, dışlayan ve sömüren bakış ile, eşi benzeri az bulunan bir sahile yönelik sahiplenme ve kontrol etme arzusu arasında, dikkate değer bir paralellik olduğu görülüyor. Martha Arat 1920 yılında doğmuş, Lübnanlı Ermeni bir kadın. Babasının Osmanlı Bankası’na tayin edilmesi üzerine, çocuk yaşta İstanbul’a gelmiş ve Saint Benoit Lisesi’nde eğitim görmüş.
AYLİN VARTANYAN
2018’de kaybettiğimiz, bilimkurgu eserleriyle tanınan Amerikalı romancı Ursula Le Guin’den, sömürgecinin bakış açısını ortaya koyan bir alıntıyla başlamak istiyorum bu yazıya: “Uygar İnsan der ki: Ben benim, ben efendiyim; geri kalan her şey ötekidir – dışarıda, aşağıda, altta, itaat eden. Ben sahibim, ben kullanırım, ben keşfederim, ben sömürürüm, ben kontrol ederim. Önemli olan, benim yaptığımdır. Önemli olan, benim ne istediğimdir. Ben neysem oyum, gerisi kadın, vahşi doğa, ve ben onları uygun gördüğüm şekilde kullanırım.”
İstanbul’a kısa mesafede bulunan Prens Adalarının kıyıları bir süredir rantsal dönüşüm alanları olarak gündemde. Burgazada’nın en sevilen koylarından biri olan ve birinci derecede sit alanı niteliği taşıyan Madam Martha Koyu, geçen ay açık teklif usulü ihaleyle kiralamaya açıldı. Adalıların mücadelesi sayesinde yıllardır ücretsiz halk plajı olarak kalabilen koya dair ihale girişimi, 3621 Sayılı Kıyı Kanunu’nda açıkça belirtilen alan şu kuralı görmezden geliyor: “Kıyı, herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olup, buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz” (Madde 6). Le Guin’in, hem kadın bedeninin hem de doğanın, güç sahibi olanların iradesiyle istendiği gibi kontrol edilebileceği yönündeki önermesi, Martha Koyu’nda yaşananlarda bir kez daha doğrulanıyor.
Ada halkı bu duruma tepki gösterirken, aynı zamanda bir dalgıç olan Adalar Belediye Başkanı Ali Ercan Akpolat, kamuoyunun dikkatini çekmek için koyda dalış yapıp, deniz çayırlarının ekosisteme katkısını anlattı. Üç yıl önce Marmara Denizi’nde oluşan müsilaj, deniz altındaki oksijen seviyesinin dengede kalmasında ve kıyı erozyonunun önlenmesinde, deniz çayırlarının ne kadar önemli bir rol oynadığını göstermişti. 3 Mayıs 2024’de, koyun kiralama ihalesinin iptali için Adalar Belediyesi tarafından dava açıldı. Hukuki süreç devam ediyor.
Koya adını veren Martha’nın hikâyesini hatırlamak, plajdaki son gelişmeleri anlamamıza yardımcı olabilir. Bir kadının bedenine yönelik, dışlayan ve sömüren bakış ile, eşi benzeri az bulunan bir sahile yönelik sahiplenme ve kontrol etme arzusu arasında, dikkate değer bir paralellik olduğu görülüyor.
Martha Arat 1920 yılında doğmuş, Lübnanlı Ermeni bir kadın. Babasının Osmanlı Bankası’na tayin edilmesi üzerine, çocuk yaşta İstanbul’a gelmiş ve Saint Benoit Lisesi’nde eğitim görmüş. İstanbul’un ilk bale eğitmenlerinden biri olan Arzumova’dan ders almış; şehirdeki ilk balerin olarak da biliniyor. Dans etmeye ve doğaya olan merakı ona hem hayat boyu mutlu etmiş, hem de sayısız dedikodunun hedefi hâline getirmiş. Berç Kazar’la evlenip Burgazada’ya yaşamaya başlayınca, doğayla ilişkisi daha da pekişmiş Martha’nın.
Denize, yağmur suyuna ve deniz kabuklarına derin bir sevgi besler, doğanın tüm güzelliklerine bağlılık hisseder, kendi özgün tarzında giyinmeyi, saçını süslemeyi ve adada yaşayan kadınlar için deniz kabuklarından takılar yapmayı severmiş. Bercuhi Berberyan, ‘Burgazada Sevgilim’ adlı kitabında (Adalı Yay., 2010) şöyle tavsir etmiş Martha’yı: “Rastgele salıverdiği saçlarına alından sıkma bandanalar, kolunun dirsekten yukarısına tahta bilezikler, kulağına kocaman halka küpeler, ayak bileğine de halhallar takardı. Bu modalar bizde değil, daha dünyada bile yoktu.”
Hayatının bir döneminde, denize daha yakın olabilmek için, ismi eskiden Halikya olan sahildeki bir balıkçı kulübesinde yaşamaya başlamış Martha. O dönem için alışılmadık bir tercih bu. Arkadaşlarının anlattığına göre, yaz kış demeden yağmur altında uzun saatler geçirir, hatta yağmur sularını kovada toplayıp, kendini uzaktan dikizleyen gözleri hiç kafasına takmadan, “bedenini Tanrı'nın suyuyla yıkadığını” iddia edermiş. Adalı dostlarının paylaştığı bu hikâyeleri okudukça, Martha’nın yaşam enerjisi ve bedeni ile ruhu arasındaki sağlam bağın, özgür ruhunu yansıttığını görebiliyoruz. Ne yazık ki, onun bu özelliklerinin bazı ada sakinleri tarafından hoş karşılanmadığını da okuyoruz. Uzunca bir süre yaralayıcı dedikodulara ve söylentilere maruz kalan Martha derinden etkilenmiş ve kendini zehirleyip, ardında “Artık rahatlayabilirsiniz!” yazan bir not bırakarak, 1986 yılında aramızdan ayrılmış.
Onun yaşadığı yıllarda adada neler oldu, nasıl dedikodular çıktı, bilmiyoruz. Ancak, bir Ermeni kadının kendi bedeniyle ve doğayla kurduğu ilişkiyi tehdit olarak görüp dedikodu mekanizmasını onun hayatı pahasına çalıştıran ataerkil düşünce yapısının varlığı ortada. Ekofeminist yaklaşımda da gördüğümüz üzere, hem kadını hem de doğayı nesneleştirme pratiklerinin temelinde doymak bilmeyen bir hırs ve sahip olma isteği bulunuyor. Martha’nın intiharına sebep olan ataerkil sistem, şimdi de yaşadığı yeri hedef alıyor. Onun yaşa(ya)madığı yerde, hiçbir canlının yaşamayacağını bize hatırlatıyor âdeta. Bu koy için mücadele etmek, Martha’nın bıraktığı miras için ve kendi özgürlük alanlarımız için mücadele etmekle eşanlamlı.