Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin sonuçları Almanya, Fransa ve Belçika’da krize yol açtı.
9 Haziran Pazar günü yapılan parlamento seçimlerinde aşırı sağ partiler kıta genelinde oylarını yükseltti; Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Ulusal Meclis’i feshederek erken seçime gidileceğini açıkladı, Belçika Başbakanı Alexander De Croo ise aynı günün akşam saatlerinde bir miting düzenleyerek istifa etti.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın açık ara farkla birinci olmasının ardından Ulusal Meclis’i feshederek erken seçime gidileceğini açıkladı. Macron, 9 Haziran Pazar akşamı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın aldığı yüksek oy oranının ardından Ulusal Meclis’i feshettiğini, ülkede erken seçimlere gidileceğini açıkladı: “Anayasamızın 12. maddesinde öngörülen istişarelerden sonra, parlamenter geleceğimizi seçimlere giderek size geri vermeye karar verdim. Bu nedenle bu akşam Ulusal Meclisi feshediyorum.”
Açıklama, partisinin Avrupa seçimlerinde aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi’nin (RN) aldığı %31,5 oy karşısında %15,2 oyla ağır bir darbe almasından yaklaşık bir saat sonra geldi. Macron “Aşırı sağ, hem Fransız halkının yoksullaşması hem de ülkemizin çöküşüdür. Dolayısıyla günün sonunda hiçbir şey olmamış gibi davranamam” diye konuştu.
Belçika Başbakanı Alexander De Croo, seçim sonrası geç saatlerde düzenlenen bir mitingde, destekçilerine istifa kararı aldığını duyurdu.
Mensubu olduğu merkez sağ eğilimli Flaman Liberaller ve Demokratlar’ın (Open VLD) oy sayısının AP seçimlerinde büyük oranda düşmesi sebebiyle görevinden ayrılacağını belirten De Croo, “Bizim için çok zor bir akşamdı, kaybettik” ifadelerini kullandı.
‘İstifa sürpriz değildi’
Belçika’nın başkenti Brüksel’de yaşayan gazeteci Aris Nalcı, Başbakan De Croo’nun istifasının sürpriz olmadığını söyledi: “Bu istifa bekleniyordu. Belçika’da federal hükümet çift dilli ve üç parlamentolu olduğu için, ülke hükümet kurmakta her zaman zorlanmıştır. Şimdiki başbakanın partisi olan Nieuw-Vlaamse Alliantie (NVA) [Flaman Liberal Parti] 5 puan geriledi. Buna karşın Fransızca konuşulan bölgedeki Mouvement Réformateur (MR) [Reformist Hareket] ve Hıristiyan Demokratlar 10’ar puan yükselerek çok büyük bir artış gösterdiler. Yeşiller çok büyük bir düşüş gösterdi çünkü Belçika’da son beş yılki performansları çok kötüydü. Belçika’da kendi parlamentolarının kuruluş aşamasında büyük bir ihtimalle NVA ve liberaller anlaşacak.”
Seçimleri Ermeniler özelinde de değerlendiren Nalcı, şunları söyledi: “MR, listesinde en çok Ermeni genç adayı listesinden gösteren parti oldu. Gençleri yanına çekerek iyi de bir başarı elde etti. Avrupa Parlamentosu’na altıncı sıradan aday olan Armine Hareyan 22 binden fazla oy aldı. Hareyan, şu ana kadar en yüksek oy alan ve en ön sıradan kendine yer bulan ilk Ermeni aday. Tabii bu ülkeyi daha iyi yönetecekleri anlamına gelmez.”
Nalcı, Belçika’da aşırı sağın Avrupa’nın geneline göre daha az yükseldiğini ifade etti: “Aşırı sağcılar Vlaams Belang (VB) [Beyazcı] sadece iki puan yükselebildi. Avrupa’nın geneline bakınca bundan daha fazla yükselirler diye düşünülüyordu. Bu iki puanlık yükselişe rağmen NVA’yı geçemediler. Dolayısıyla Belçika’da çok değişen bir durum olacağını sanmıyorum. Avrupa Parlamentosu’na da her zaman olduğu gibi 22 sandalye soktu.”
‘Sağda tartışmasız artış var’
Yeşiller Partisi’nden aday olan ancak seçilemeyen Nicolas Tavityan, seçim sonuçlarını Agos’a değerlendirdi.
“Belçika’daki durumu Avrupa çapındaki durumdan ayırmamız gerektiğini düşünüyorum. Avrupa genelinde aşırı sağda tartışmasız bir artış var ve asıl endişe de bu. Belçika’da aşırı sağın (Vlaams Belang) ülkenin Flaman bölgesinde kazanması bekleniyordu. Flanders’ta oyların %21’ini aldılar, bu da beklenenden biraz daha az; ülke çapındaki oyların %13,8’ine tekabül ediyor. Ülkenin Fransızca konuşulan yarısında aşırı sağcı bir parti yok. Bunun yerine, daha geleneksel sağcı bir parti olan Reform Hareket seçimleri kazandı.”
‘Sağ iktidarı ele geçiremez’
“Sol, Avrupa’nın genelinde olduğu gibi seçimleri kaybetti. Vlaams Belang’ın bir hükümet koalisyonunda yer alması pek olası değil çünkü Fransızca konuşan hiçbir parti onlarla çalışmıyor. Avrupa’da genel anlamda aşırı sağın yükselişi yeni değil. Onlarca yıldır çoğu Avrupa ülkesinde bir seçimden diğerine yükseliyorlar. Bu büyük ölçüde göçe veya göçmenlere yönelik düşmanlıktan kaynaklanıyor. Göçün kendisi dışında hemen hemen her sorun göçmenlere atfedilebilir: İşsizlik, barınma sıkıntısı vb. Ancak pek çok insanın Avrupa Birliği ve onun önerdiği ekonomik ve sosyal kalkınma biçimlerine ilişkin şüpheleri de var. Pek çok kişi AB’yi elitlerin ve ‘küreselcilerin’ ulusal egemenliği ve demokrasiyi alt etme aracı olarak görüyor. Bunlar aslında Birleşik Krallık’ta Brexit’e yol açanlarla aynı bileşenler; aşırı sağı güçlendiriyorlar. Dolayısıyla göçmenler olmasaydı bile aşırı sağın yükseleceğine inanıyorum çünkü onlar da tüm sorunların suçunu AB’ye atabilirler. Yani evet, ben (ve diğer pek çok kişi) bu sonucun uzun vadeli bir eğilime karşılık gelmesini bekliyordum. Seçimlerden bir hafta önce bir komedyen, Fransız ‘RN’ partisinin 3-0 önde giden bir futbol takımına benzediğini söyleyerek şaka yapmıştı: O noktada oyunu oyalamaya çalışırsınız; mümkün olduğu kadar az şey yaparsınız. Bunun nereye varacağı herkesin tahminidir. AB düzeyindeki aşırı sağ sonuç, AP’nin çalışmasını yalnızca daha da zorlaştıracak. AB’de ‘iktidarı ele geçiremezler’. Ancak ulusal düzeyde yönetimi devraldıklarında bu elbette ciddi bir sorundur, Orban ve Meloni’nin de gösterdiği gibi...”
‘Belçika’da aşırı sağ hükümet riski yok’
“Aşırı sağın Belçika’da diğer ülkelere göre farklı bir etkisi var çünkü şu anda ülkenin sadece yarısını etkiliyor. Belçika’daki ulusal (federal) hükümetlerin Flamanca konuşan partilerin yanı sıra Fransızca konuşan partilere de ihtiyacı var ve Fransızca konuşan hiçbir parti Vlaams Belang ile koalisyona girmeyecek, dolayısıyla kısa vadede aşırı sağ bir hükümet riski yok. Ancak bu durum Flanders’ta ciddi gerilimlere neden oluyor. Aşırı sağ bir seçimden diğerine büyüyor çünkü hiçbir zaman iktidarda değiller ve iktidarda olanlara karşı radikal bir eleştiri geliştirebiliyorlar. Üstelik Flanders’ın bağımsızlığını da istiyorlar, böylece ülkenin diğer yarısını suçlayabilecekleri ülkenin tüm sorunlarından faydalanıyorlar. Sorunlar ne kadar büyük olursa, o kadar güçlenirler. Ayrıca Flanders’ta milliyetçi Flaman Liberal Parti (NVA) ve aşırı sağcı Vlaams Belang’ın birlikte o bölgedeki oyların %46’sından fazlasını elde etmesi de çok ilginç. Çoğunluktan uzak değiller. Ayrılıkçı ve milliyetçi partilerin önemi de ülkenin iki kesimi arasında gerginliğe neden olabilir.”
Ortak kaygı: Aşırı sağın yükselişi
Seçimlerin sona ermesinin ardından birçok Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkede aşırı sağın yükselişe geçmesi seçimin en çok dikkat çeken unsuru oldu.
Almanya’da aşırı sağcı Alternative für Deutschland (AfD) [Almanya için Alternatif], 2019’da %11 olan oy oranını %14,2 oranına yükselterek Şansölye Olaf Scholz’un Sosyal Demokratlar’ının hemen arkasında yer alıyor.
Aşırı sağcı AfD, özellikle Almanya’nın Saksonya eyaletinde çok güçlü. Eyaletin en büyük şehri Leipzig’de faaliyetlerini sürdüren European Center for Press and Media Freedom (ECPMF) sivil toplum kuruluşu yetkilileri, seçim sonucunu Agos’a değerlendirdi.
‘Endişe duyuyoruz’
STK yetkilisi, sonuçların endişe verici olduğunu söyleyerek, özellikle çalıştıkları basın özgürlüğü konusunda seçim sonuçlarının korkutucu boyuta ulaşabileceğini ifade etti: “Başta aşırı sağ olmak üzere popülist ve kimlik odaklı siyasetçilerin önemli kazanımlar elde ettiği Avrupa seçimlerinin sonuçlarından endişe duyuyoruz. Basın düşmanlarının giderek üstünlük sağlamasından, özgür ve bağımsız medyaya yönelik kısıtlama ve tehditlerin artmasından korkulmalı. Slovakya ve İtalya’daki son gelişmeler bu tür eğilimlerin neye benzeyebileceğini bize gösteriyor. Gazetecilere ve medya profesyonellerine yönelik saldırıların artmasının yanı sıra, Avrupa’da bağımsız medyaya ve genel olarak basın ve medya özgürlüğüne verilen desteğin giderek artan bir baskı altına girmesi tehlikesi de mevcut. Eğer bu gerçekleşirse, AB demokrasisi en önemli sütunlarından birini kaybedecek.”
‘Avrupa’nın gittiği yön açık, hızı da etkileyici’
Humboldt Üniversitesi’nde doçent Alice von Bieberstein da seçim sonuçlarını Almanya özelinde değerlenirdi.
“Bence Almanya’da gördüğümüz şey bir bakıma merkez ve liberal solun aşırı sağa karşı başarısız bir stratejisinin sonucudur. Gerçek alternatifler önermek yerine, belki de en güçlü örneğini ortak Avrupa sığınma sisteminde yakın zamanda yapılan reformda gördüğümüz üzere, konuşma noktalarını ve politika yaklaşımlarını devralıyorlar. Almanya ile ilgili olarak birçok kişi bir gecikmeden, aslında Almanya’nın başka yerlerde daha da ilerlemiş olan gelişmeleri yakalamakta olduğundan bahsediyor. Aslında genel olarak gelişmeleri, hükümetlere ve Avrupa çapında işbirliğine inanılmaz zorluklar çıkaran çoklu krizler (Ukrayna’daki savaş, ekonomiyi karbon-nötrlüğe doğru acilen dönüştürme ihtiyacı, göç ve güvenlik gibi konular söz konusu olduğunda Avrupa entegrasyonunun ve politika oluşturmanın kurumsal krizi, sosyal yeniden üretim krizi, pandemi vb.) bağlamında anlamalıyız.”
“Almanya’da koalisyon hükümeti sürdürülebilir bir birlikte çalışma yöntemi bulamadığı gibi, bir koalisyon krizinden diğerine geçerek bu çoklu krizlerin üstesinden gelmekte yetersiz kaldı. Bu yüzden de çok fazla oy kaybettiler. Seçim sonuçlarını ortada: Eski Batı Almanya muhafazakârların çoğunluğu kazanmasıyla siyah, Doğu’da ise çoğunlukla mavi, yani aşırı sağcı parti. Her ikisi de göçe karşı gerici duruşlarında, toplumsal cinsiyet ya da iklim gibi konularda ilerici gündemlere karşı birleşmiş durumdalar. Politika düzeyinde aşırı sağa verilen tavizleri zaten gördük. Ama aynı zamanda bazı yasaların ve kararların geçmesinde küçük hoşgörü jestleri ve hatta toplumsal düzeyde işbirliği de gördük. CDU’nun AfD ile daha üst düzeylerde de işbirliği yapmasının sadece bir zaman meselesi olduğunu düşünüyorum. Muhafazakâr Parti’nin demokrasiye sözde hizmet ederken, yeni güç ilişkilerine göre kendilerini şimdiden düzenledikleri çok açık.”
“AB düzeyindeki örneklerden biri elbette Ursula von der Leyen ile Meloni arasındaki çok yakın ilişki. Muhafazakârlar ve liberaller de (burada Almanya’da FDP her şeyden önce) aşırı sağcı bir gündemi benimsemekte ve nihayetinde işbirliği yapmakta bir sorun görmüyorlar. Somut olarak gördüğümüz şey, şu anda Filistin yanlısı protestolara karşı daha fazla baskı, özellikle üniversitelerde eleştirel ve ilerici güçlerin şeytanlaştırılması, güvenlik önlemlerinin ve militarizasyon dinamiklerinin yeni bir artışı, yoğunlaşması ve genişlemesi (şu anda zorunlu askerlik hizmetinin geri getirilmesi tartışılıyor, örneğin). Bu aynı zamanda savunma alanında AB düzeyinde ‘ilerleme’, yani anlaşmalar göreceğimiz tek siyaset alanı olacak. Yani evet, Türkiye’nin uzun yıllardır tanık olduğu otoriter dönüşümü burada da görüyoruz. Muhtemelen sizin de gördüğünüz gibi, AB genelindeki eğilim homojen değil: Portekiz yine sola oy verdi, İspanya da oldukça sağlam, İskandinav ülkeleri de öyle. Ama evet, ‘gemi’ (Fransa-Almanya) İtalya ile birlikte katı bir şekilde aşırı sağcı olan yeni hegemonik çekirdeği oluşturacak. Bunun iki, beş ya da 10 yıl içinde olup olmayacağından emin değilim, ancak yön açık ve hız da etkileyici.”