Yazar Hulusi Üstün bir aile hikâyesi anlatıyor. 1915’lere dayanan, Erzurum’a uzanan bir hikâye. Ermeni yetim bir kızın, Remziye’nin çarpıcı, iç burkan hikâyesi bu. Fazla söze gerek yok, sizi Hulusi Üstün’ün satırlarıyla baş başa bırakıyoruz.
İnsan neden Ermeni olur Sevan? Bir asırdır yenilen, muhtemelen birkaç nesil sonra esamesi okunmayacak bir halka mensup olmanın anlamı nedir? diye sordular...
-İnattır, dedi.
Sonrasında söyledikleri sadece bu soruya verilmiş bir cevap değil bütün bir insanlık tarihinin yenilmişlerine, yok olmuşlarına ve çaresizce varlığını sürdürmek için uğraşan topluluklarına adanmış bir oratoryo idi. Öyle ki bir daha dinlemeye yüreğimin dayanmayacağından korkarım.
***
“Neden Çerkessin?” diyene verilecek en isabetli cevap bu. Daha önce neden aklıma gelmedi? Bir sürü tarih bilgisi aktarmaktan daha kestirme, daha çarpıcı, daha isabetli bir gerekçe bu. ‘İnattan…’ Öyle ya, bir acının tazmini için Çerkes değilim. Yamçımı sırtıma alıp, kalpağımı başıma takıp yeniden at sürmek için Çerkes değilim. Ne bağımsız bir siyasi yapı, ne güçlü bir literatür, ne sağlam bir ekonomi oluşturmak, ne de yüz elli yıl önce dağılmış insanları yeniden anayurduna toplamak imkanı var artık. O halde neden Çerkessin sorusuna verilecek yegâne akılcı cevap bu. ‘İnattan…’
Ermeni olmanın gerekçesi değil bu. Yenilmişlerin davasını sürdüren herkesin hatta belki bütün insanlığın ayakta durmak için dayanacağı son derece geçerli, son derece insani, son derece ahlaki bir gerekçe.
Öyle ya… Yunan Historya ciltlerinde üç beş paragrafla geçiştirilir beş asırlık Turkokratya dönemi. Oysa beş asır ezan sesi çınlamıştır Yunan yarımadasının taşlık zirvelerinde. Bulgar tarihinde, Rumen tarihinde, Sırp tarihinde Osmanlı çağları def edilmiş bir hastalık salgını gibi anlatılır. Oysa Tuna’ya söylenmiş Türkçe türküler vardır, Yıldız Dağı’na, Vardar Irmağına söylenmiş türküler.
İspanya tarihinin Mağribileri o toprakların sekiz asır hâkimi… Sicilya adıyla Arap, Malta adıyla Arap… Kırım, meyvaları bal ile şerbet bir bahçe… Soçi’de kayak yapılan Krasnaya Polyanna çayırının altında on beş bin Çerkes sivilin kanı var.
Aynı yaşlı adamın sırtından çıkarıp attığı kirli gömleklere benzer insanın etnik, dinsel ve linguistik aidiyetleri. Biri sırtından çıkartır, diğeri sırtına alır.
İnat, o kirli gömleği bir kenarda saklamaya benzer.
***
Bir de acıları saklarız. Saklar ve başkasına aktarmayız. Son zamanlarda aslında sakladığımız acıları tıpkı kanımız, yüzümüz, ellerimiz, hastalıklarımız gibi bizden sonrakilere genlerimiz aracılığıyla devrettiğimizi konu eden bir sürü metin okudum. Aslında hepimiz kişiliklerimizi bizden öncekilerin yaslarıyla, korkularıyla, endişeleriyle oluştururmuşuz. Tabii ki aynı zamanda sevinçleriyle, ümitleriyle, coşkularıyla da…
Benim ailem yüz yıl önce yaşanmış böylesi bir acıyı dördüncü kuşağa aktarmış olmalı ki oğlum bu yaz bir bahçe kahvaltısında anlattı rüyasını.
Eski bir evin loş aydınlığı içinde küçük bir kız çocuğu ağlıyordu. 'Beni bıraktın'
‘Hayır seni ben bırakmadım’ diyorum ona.
‘Beni burada bıraktın!’ diyor küçük kız.
***
‘Onu ben bırakmadım,’ dermiş büyükbabam. Sarhoş olduğunda onu anlatırmış hep. ‘Onu ben bırakmadım. İki at vardı, dört de can… Onu ben bırakmadım.’
O bırakmamış gerçekten de. Zorunda kalmışlar belli ki, anlaşılabilir gerekçeleri varmış. Fakat sabah olmuş, tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız ve ayağının ucunda uyuyan köpek yavrusu uyanmış. Küçük kız seslenmiş, cevap veren olmamış. Küçük kız minik adımlarla dolaşmış boş evi. Küçük kız hiç kimseyi bulamamış.
***
Devlet Arşivleri’ndeki memuriyet siciline göre Hicri 1275 Asitane doğumlu büyük dedem Halis Efendi Osmanlı Telgraf Mektebi’nin ilk mezunlarından. Rusçuk, Varna ve Selanik’te telgraf memuru olarak görev yaptıktan sonra sağlık sorunlarından ötürü İstanbul’a dönmüş. İlk eşinin vefatı üzerine ikinci evliliğini Cevriye Hanımla yapmış. Bu evliliğinden iki oğlu dünyaya gelmiş. İkinci oğul benim büyükbabam.
İlk evliliğinden olan kızı Remziye’yi İstanbullu bir askerle evlendirmiş ve Erzurum merkez muhabere memurluğu göreviyle Erzurum’a tayin olunmuş. O, 1915’te Erzurum Merkez Posta Müdürlüğü vazifesi icra ederken büyükbabam on beş yaşında. Büyükbabamın anlattığına göre birkaç gün içinde gerçekleştirilen tehcir günlerinde babası bir gün eve dört beş yaşlarında bir kız çocuğu getirir. Kız, Halis Efendinin tanıdığı, dostluk ettiği bir Ermeni eşraf ailenin kızıdır. Ailesi sürgüne gönderilirken alıkonulan çocuk, Halis Efendi’nin bacaklarına tutunup ağlayınca dayanamayıp ve onu eve getirdiğini söyler.
‘İstanbul’da bıraktığım kızımın yerini doldursun. Adını Remziye koyalım. Günü gelir ailesi arayacak olursa bizde bulsun’ der.
Cevriye Hanım, belli ki eşinin ilk evliliğinden olan kızını hatırlatan bu küçük çocuğu istemez. ‘Ya o gitsin ya ben’ diye tutturur. Büyükbabam ve ağabeyi de çocuğun kalmasını rica edince çaresiz kabul eder. O yılarda on beş yaşlarını süren büyükbabam küçük Remziye’yi çok sever.
Kış, savaş…
Erzurum halkı yaklaşan Rus Ordusunun önünden kaçıp şehri boşaltırken muhabere görevlisi Halis Efendi’ye şehri terk etme emri gelinceye dek görevinin başında kalması gerektiği bildirilir. Güvenliklerini sağlamak üzere iki asker görevlendirilir ve iki at tahsis olunur. Rus toplarının sesi gece şehirden duyulurken büyükbabam, iki genç asker ve küçük Remziye odanın ortasındaki tandıra ayaklarını uzatarak sohbetler ederler.
1916 Şubat’ında bir gece vakti Halis Efendi görev yerini terk edip gitmesi yönünde emir içeren telgrafı alır. Cevriye Hanım oğullarını uyandırır, daha önce yüklenip hazır edilmiş olan atlara binmelerini ister. Büyükbabam tandırın yanına serilmiş birkaç koyun postundan ibaret yatağında uyuyan küçük Remziye’yi kucağına almak istediğinde annesi kolunu tutar.
-İki at var, dört can var. Onu götüremeyiz, der.
Büyükbabam ısrar eder, Halis Efendi rica eder ama Cevriye Hanım keser atar.
-Rus geldiğinde ailesi buraya döner, burada kalırsa bulurlar onu. Ben gittiğim yere onu taşıyamam, der.
Ayağının ucunda bir köpek yavrusu ile birlikte uyuyan Remziye’yi bırakıp kapıyı çekerler.
***
Kar, kış, tipi altında birkaç gün yol yürüdükten sonra Erzincan’a yaklaşırken askerler atları alıp terk eder onları bir mezrada. Halis Efendi İstanbul’a bir telgraf çekip Erzincan’a vasıl olduğunu, refakatçi askerlerin atları ve eşyaları alıp kaçtıklarını bildirir, maaşının Erzincan Valiliği’ne gönderilmesini ister. Savaş sonunda görev yerine gönderilmek üzere Nahiye Müdürü olarak geçici memuriyete atandığı Sulusaray’da vefat eder. Cevriye Hanım, eşinin mezarının olduğu köyü terk etmez ve orada ölümü bekler.
Yıllar geçer aradan. Savaş biter, cumhuriyet ilan olunur. Büyükbabam önce ablası Remziye’yi arar. ‘Saltanat lağvedilince eşi onu alıp Şam’a hicret etti’ derler. Gidiş o gidiş, büyükbabam ablasının izini bulamaz. Yıllar sonra yolunun düştüğü Erzurum’da küçük Remziye’yi arar ama oturdukları Sultaniye Mahallesi’ndeki evlerini tespit etmek bile mümkün olmaz.
Evlenir, ilk çocuğu kız olur. Ona da Remziye adını koyar. Remziye büyür, babasına sofra hazırlar. Babası akşamları bir kadeh rakı içer, sarhoş olmasa da efkarlanır.
-Tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız uyanmış, bizi aramıştır. Ah annem ne var idi atın terkisinde ona da bir yer bulsaydık. Çorbaya bir kase su da onun için koysaydık. Ah annem ne var idi Remziye’yi bırakmasaydık, der.
***
Tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız uyanmıştır. Evi dolaşıp kendisine İstanbul’u anlatan büyükbabamı, bacağına sarılıp ağladığı Halis Efendi’yi, büyüyüp aileme karışır endişesi ile yüzüne gülmeyen Cevriye Hanım’ı aramıştır. Sonra ne olmuştur? Birileri gelip almış mıdır küçük kızı. Bakıp büyütmüş, gelin etmiş midir? İhramlı atkılı bir Erzurumlu kadın olarak yaşayıp, Ermeni adını hakaret yerine kullanan oğullar doğurmuş mudur? Yoksa soğuktan donmuş mudur, kurda kuşa yem olmuş mudur? Alıp götürmüşler midir onu gelen Rus askerleri, acep yakınları onu bulmuş mudur? Belki savaşın galiplerinin Ermenilere yurt olarak belirlediği Erivan Rezervasyonuna kapağı atmıştır. Saçları ağarana kadar yaşamış ‘Hayastan bostan, sirun Yerevan’ şarkısını söylemiştir torunlarına. Belki Erzurum’u, belki büyükbabamı, belki o evde kendisine verilen Remziye adını unutmuştur.
***
Ama biz unutmadık. O kış gecesinden yüz sekiz yıl sonra bir yaz günü bahçeye kurulu kahvaltı masasında hatırladık Remziye’yi. On beş yaşını süren oğlumun rüyasının hatırlattığı bu acıyı eski bir elbiseyi sakladığımız yerden çıkarıp güneşlendirir gibi…
O bizim elbisemiz Sevan… Ermeni’nin, Çerkes’in, Türk’ün, Kürdün. Bu toprakta var olmuş, bu toprakta doymuş herkesin elbisesi. Bunu anlaşılır kıldığın için sağ ol.