Hiç unutmam; 2006’nın sonları, üniversiteden mezun olmama bir yıl kalmış. Bölümden en yakın arkadaşım sınavda kopya çekmiş, yakalanmış. Hoca, odasında onu bekliyor. Odaya girebileceğimden emin değilim ama arkadaşımı yalnız bırakmak istemediğim için ben de kapının önünde bekliyorum. Bir süre sonra içeri alınıyoruz. Hoca kopya çekmenin ne kadar yanlış bir şey olduğunu ve cezasını anlatırken, birden bana dönüyor, gözlerimin içine bakarak “İşte, Hrant Dink gibi, kurallara uymazsan böyle cezalandırılırsın” deyiveriyor.
Tetikçinin tahliye edildiği haberi, birçok televizyon kanalında, yakalandıktan sonra götürüldüğü Samsun Emniyet Müdürlüğü’ndeki görüntülerle birlikte sunuluyor. O geceye dek sesli olarak izlemeye yanaşmadığım, hafızamda bir bayrak, bir elin bir sırtı sıvazlaması, birkaç tebessüm olarak yer etmiş görüntüleri, bu kez sesli olarak izliyorum.
“Ver abine güzel bir poz ver lan”, “Hem de gülerek ver. Hadi güzel bir poz ver. Aslanım benim. Aferin Ogün.”
“Gir koluna gir. Çıkart lan bayrağı. Tut şöyle tut. Aç şöyle güzelce.”
Sırtına pat, pat, pat. Namludan çıkan ses mi o? “Aferin Ogün.”
Ceza belli. Beklediğimiz ama göz ardı ettiğimiz ya da belki yılları saymayı unuttuğumuz için bir anda bizi yakalayıverip yere seren şey neticesinde zamanda geri gittik. Tarih 19 Ocak 2007. Gazeteci Hrant Dink öldürüldü.
Nereden bilebilirdiniz?
Hiç unutmam; 2006’nın sonları, üniversiteden mezun olmama bir yıl kalmış. Bölümden en yakın arkadaşım sınavda kopya çekmiş, yakalanmış. Hoca, odasında onu bekliyor. Odaya girebileceğimden emin değilim ama arkadaşımı yalnız bırakmak istemediğim için ben de kapının önünde bekliyorum. Bir süre sonra içeri alınıyoruz. Hoca kopya çekmenin ne kadar yanlış bir şey olduğunu ve cezasını anlatırken, birden bana dönüyor, gözlerimin içine bakarak “İşte, Hrant Dink gibi, kurallara uymazsan böyle cezalandırılırsın” deyiveriyor.
Odadan çıkar çıkmaz babamı aradığımı, okulu bırakacağımı söylediğimi hatırlıyorum. O gün kalan derslere girmedim. Birkaç ay sonra amcamı vurdular. Ben de okulu bırakmayı unuttum.
O gün odada, sonraki günlerde ve gözlerimizi birbirimizden kaçırarak geçirdiğimiz son dönemimde, sizinle hiç konuşmadık hocam. Bugün içimde size karşı ne bir öfke ne bir dargınlık var, inanın. Kastettiğiniz, Hrant Dink’e ‘Türklüğü aşağıladığı’ gerekçesiyle verilen altı aylık hapis cezasıydı. Uyarılmıştı; ayağını denk almalı ve bir daha böyle şeyler yapmamalıydı. Tabii ki üzüldünüz, biliyorum. Nereden bilebilirdiniz böyle olacağını? Siz de böyle olsun istemezdiniz.
100 yaşındaki katilin çehresi
Ezberlediğimizi tekrarlamakta bir sakınca yok. Sabiha Gökçen haberi, Genelkurmay bildirisi, Valilik’e çağrılma, ardı ardına açılan davalar, devletin en arka odalarından üşenmeyip mahkeme salonlarına, Hrant Dink’e bizzat saldırmak için gelen karanlık eller, Agos’un önündeki gösteriler, tehditler... Bol bol uyarılmıştı Hrant Dink. Nereden bilebilirdik böyle olacağını? Kimse böyle olsun istemezdi.
Sizin suçunuz yok. Ülke koca bir yalan üzerine kurulmuş, gerçekler eğilip bükülmüş, resmî tarih yazılmış. Bunu size kimin söylettiğini biliyoruz. Cevabı dava dosyalarının arasında ararken, odada buldum. Soru şu: Hrant Dink’i kim öldürdü? “İşte, Hrant Dink gibi, kurallara uymazsan böyle cezalandırılırsın.” Tek bir cümlede 100 küsur yaşındaki katilin çehresi... Hâlâ “Yaptık, yine yaparız” diyor.
Tetikçi iyi ihtimalle tekrar ceza alır. Yüreğimiz bir miktar ferahlar. “Vur” diyenler, cinayeti planlayanlar, hedef gösterenler, azmettiriciler yargılandı mı? Hayır. Dahası, 100 küsur yaşında olanı zihnimizin dehlizlerinde, sokakta, okul sıralarında, tarih kitaplarının sayfalarında, televizyonlarda elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor. Bize rahat yok.
Delireceksek, işte böyle böyle...
Bir yerlerde bu yazıyı okuyorsan, sana da birkaç şey söylemek isterim. Yılbaşı yaklaştı. Her sene o gece, bizi dizinin dibine toplamayı çok sevdiğini bildiğim için anlatıyorum. Senden sonra uzun yıllar ağaç kurmadık. Ne zaman ki bebeler çoğaldı, yaktık ışıklarını ağacımızın, yarım yamalak süsleyip, eğri büğrü eğlendik.
2020 yılının Eylül ayında başımıza bir felaket geldi. 30 yıldır pusuda bekleyen savaş, biz şaşkınlar için beklenmedik bir anda başlayıverdi ve tam 44 gün sürdü. Yerevan’da her akşam, siyah ekran üzerinde beyaz puntolarla, kurban edilen askerlerin isimlerini ve doğum tarihlerini okudum. İsimleri aklımda tutmam pek mümkün olmadı ama tarihlerin çoğu 2000, 2001. Zorunlu askerlik görevini yapmaya giden bir nesil yok oldu anlayacağın. Biri çok yakınıma düştü.
Ateşkesin ilan edildiği gün anasıyla birbirimize sarıldık; bir süredir haber alamadığımız evladının ortaya çıkacağından emindik. 50 gün boyunca çalmadık kapı, girmedik morg bırakmadı ailesi. Çocuk sonunda geldi gelmesine de, ancak DNA teşhisiyle tanınabilecek hâlde. Anası dedi ki bir gün, “Bedeni yanmış ama ben yine şanslıyım, tek bir kolu gömenler var.”
Birkaç ay sonra komik bir şey anlattı. Başladık gülmeye, ama nasıl bir gülme... Güle güle oturduğumuz koltuktan düştük, gözlerimizden yaşlar akana kadar da düşmemize güldük. O, ölü oğlunun doğum gününü bir pastayla kutlamaya mezarlığa giderken içimden dedim ki, “Oh be, delireceksek, işte böyle böyle...”
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama...
Ne diyordum? Yılbaşı. O yıl yine bıraktım ağaç kurmayı.
Aradan üç yıl geçti. Sıcak savaş bitmişti bitmesine de Karabağlı Ermenilere ne olacağını kimse kestiremiyordu. Dokuz aydan fazla süren abluka süreci başladı. Çocuklara ekmek, hastalara ilaç yok. Sonu ne olacak derken, biz şaşkınlar için beklenmedik bir günde...
Hadi, gerisini sen anlat.
“Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.”*
Onlar nereye geleceklerini bildiler en azından. Sakın üzülme. “Acıyı sırtlayıp taşıyoruz”, tembihlediğin gibi, “yaygara yapmadan.” Yapsak da dünyada yankılanmıyor bizimki. Güvendeyiz şimdilik. “Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama...” Gerisini biliyorsun.
Göklerdeki Babamız
Ne diyordum? Ağaç. Bu yıl şöyle görkemli, koca bir ağaç kurayım dedim. Ben ağaca her bir oyuncağı asarken, Filistin’de bir çocuk öldürüldü. Süsleme işini bitirdim ama bombalar yağmaya devam ediyor. Ağaçta yer yok. Ağacımdan sallanan ölü çocuklar. Işıklar içinde.
Göklerdeki Babamız, doğduğun topraklarda, Beytüllahim’de bu yıl kaç ölü çocuğun üzerinden yeniden doğacaksın?
***
Başımızda sosyal medya diye bir bela var. Her şeyi çekip koyuyorlar. Kaçamıyor da insan.
Bir baba, ölü evladını bir eline sığdırmış, almış diğer eline telefonu, ‘selfi’ çekiyor. Son bir kez. Birlikte son bir fotoğraf. Sağa çeviriyor kamerayı, sonra sola çeviriyor. Kıvırcık saçlı, güzel çocuğun kafası sallanıyor.
Bir çocuk. Dört yaşlarında olmalı. Kırılmış kemikleri, kanlı yüzüyle, belki de az sonra bombalanacak hastanenin sedyesinde ağlıyor. Anası babası katledilmiş, haberi yok. Anasını istiyor.
Yıkıntılar arasında çıplak ayaklar var. 15 numaradan 35 numaraya, ölü ayaklar. Ben bu yazıyı yazarken çoğalıyorlar, yan yana. Delireceksek, işte böyle böyle...
Şimdinin hayaletleri, beyaz çarşaflara sarılmış, en fazla birer metrelik boylarıyla arkamızdan koşuyor. Çok yakında onlar da geçmişe ait olacak. Hatta bak, oldular bile. Geçmişin hayaletleri peşimizi bırakmıyor.
Yapay zekâ diye bir bela da sardılar başımıza. Akıl vermek gibi olmasın ama delilleri karartmaya gerek kalmaz artık, delil eğrilir, ‘olay mahalli’ bükülür. Bizden sonra ama. Gördüğümüzü de inkâr edemeyiz.
“Senin dehşetini istemiyorum.”
Hayatımın üçlemesi, ‘Yarınki Yüzün’ adlı serinin yazarı Javier Marías dürtüyor beni.
“İnsanların kendi işledikleri suçları isteyerek unutma kapasitesi, yalnız başkaları nezdinde değil –bu konudaki kapasiteleri sonsuzdur, sınırsızdır– kendileri nezdinde de kanlı geçmişlerini silip atma kapasitesi inanılır gibi değildir. Olayların gerçektekinden farklı olduğuna, kesinlikle yaptıkları şeyi yapmadıklarına, kendi yadsınmaz katkılarıyla olmuş olanın olmadığına kendilerini ikna etmeleri kolaydır. Çoğumuz kendi biyografimizi allayıp pullama ya da yumuşatma sanatında ustayızdır; düşünceleri yerle bir etmek, anıları gömmek, sefil ya da canice bir geçmişi, gün geçtikçe, yani hayatımız devam ettikçe yoğun gerçekliğinden kaçıp kurtulduğumuz bir rüyadan ibaret görmek ürkütücü derecede kolaydır.”
Bizim nesil bilmez. Bunun neresi anormal? İsrail ile Filistin arasındaki sorun en az 70 yıllıkmış, öğrendik. Daha kısa bir insan ömrüne iki dünya savaşı sığıyor, yaklaşık 100 milyon ölü. Sınıf meselesiydi, toprak meselesiydi... “Bir daha asla” diyerek oluşturulan, sınırları belirleyen, birleşmiş büyük güçler, bizim gibi ortalama zekâlıların kavrayamayacağı bazı planlar yapıyor, sınırları tekrar gözden geçiriyor. Biz dehşeti izliyoruz. Ne kadar bakarsan o kadar sorumlusun. “Çevir, çevir, senin dehşetini, ıstırabını istemiyorum, çevir ki kurtulasın.” Konuyu kapatalım mı Marías?
Buradayız
Sonlara doğru zihninde kekremsi bir tat bıraktıysa bu yazı, hepten tozuttuğumu düşünmeni istemem. Bu çağrıyı yapmak bana düşmez ama arkadaşlarının çoğunu, ülkenin onurlu insanlarını, yıllardır hapiste tutuyorlar. Bir kısmı da mecburen ülkeyi terk etti. Sustur, hapset, sür, ama bitmiyoruz işte. Beynin bazı bölgelerinde travmadan kaynaklı hasar oluşmuş olabilir ama mücadeleden vazgeçmedik. Sen de bizden vazgeçme. Umudumuzu kaybetmedik. Sakın bizden umudunu kesme. 19 Ocak’ta, cuma günü, bir kez daha düştüğün yerdeyiz. Adalet talebimizi yinelemek için... Adil, eşit, özgürce yaşamak için... Haksızlığa uğrayan, katledilen, mezarı üzerinde tepinilen herkes için, senin için. Buradayız. 17 yıldır buradayız. Gerekirse bir 17 yıl daha. Buradayız.
* Hrant Dink, “Ruh halimin güvercin tedirginliği”, Agos, 19 Ocak 2007