Ordu’daki Ermeni toplumunun tarihine yönelik çalışmalarıyla bilinen Güven Bayar, Fatsalı devrimci Sayim Şen’in hikâyesini Agos okurları için kaleme aldı. Sayim Şen, devrimcilikle nasıl tanıştığını, Fikri Sönmez'i, Nokta Operasyonu'nu, 12 Eylül'ü, cezaevinde Ermeni olmayı , cezaevi sonrasındaki hayatı anlatıyor ve ekliyor: Hayatımın en güzel yılları, mücadelenin içinde bulunduğum yıllarmış.
Ne mutlu devrim hikâyeleriyle büyüyenlere, ne mutlu bize onurlu bir direnişin hikâyesini miras bırakanlara, ne mutlu “Bugün olsa yine aynı süreçlerden, işkencelerden geçerdim, en güzel günlerimizdi!” diyenlere.
Devrimcileri selamladık, saçılıp dökülelim. Meydan bizim, Fatsa bizim, Ermeni’si de bizim Rum’u da... Fatsa, Reşadiye Caddesi’nde bulunan küçük kilise, Ermeni kilisesi olarak kullanılmış. Ermeni okulunu teyit edemiyorum. Soracak hiç kimse kalmadı. Kurukahveci Harun Kürkçü’nün annesinin, ‘Ermenice yazmayı, ud çalmayı okulda öğrendim’ dediğini, torunu Daniel Abi hatırlıyor. Bugün, ‘Mektep Çayırı’ dediğimiz yerde Rum okulu ve kilisesi olduğunu biliyoruz.
Cevat Bey Konağı’nda başlayan yeni hayat
Fatsa’nın Ermeni devrimcisi Sayim Şen’in hikâyesi de bugüne kadar konuştuğum tüm Ermeni aileler gibi 1915’deki tehcirle başladı, hiç şaşmaz! Ölümler, kayıplar, Türk ailelerin sahip çıktığı, isimleri değiştirilen Ermeni öksüz, yetimlerin hikâyeleri... Tehcir öncesi Fatsa, Çamaş’ta 20’ye yakın Ermeni aile var. Ohannes ve Sultan’ın oğlu Demirci Haçik Usta ile Karabet ve Marta’nın kızı İranik Hanım, bu ailelerden. Haçik ve İranik’in dört çocukları var, en büyükleri Şahnaz, sonra Zekiye, Sultan ve en küçükleri Faik. Ermenice isimlerini bilmiyoruz. E-Devlet üzerinden baktığımızda soy isimlerine de erişemiyoruz. “Şen ol yaylam, şen ol” türküleri… Tehcirde Faik Amca beş, en büyük ablası Şahnaz Hanım 10 yaşlarında. Bilinmeze doğru çıkılacak olan yolculuk öncesinde Haçik Usta ve İranik Hanım, çocuklarını geride bırakmak zorunda kalıyor. Ali Ağa’nın oğlu Osman Ağa (Çamaş) tarafından 1907 senesinde, Fatsa’nın Kabakdağı Köyü’nden (eski adı Hamidiye olan bu muhacir köyü şimdi mahalle) temin edilen taşlardan altı dönümlük bir arazi üzerine iki katlı olarak inşa edilmiş olan Cevat Bey Konağı’na bırakılıyorlar, ya da konağın sahipleri, çocukları arazilerinde buluyor.
Tehcirde anne ve babaları öldürülen bu dört yetime Çamaş Ailesi sahip çıkıyor. 7-8 yıl bu konakta yaşıyorlar. İlk yıllar konağın bahçesine dahi çıkamıyor çocuklar. Daha sonraları, herkese uygun bir iş bölümü yaptırılıp aileye yardım etmeye başlıyorlar. O dönem evlilik yaşı çok düşük olduğu için kızlardan ‘Zekiye’yi ve ‘Sultan’ı, kendileri gibi tehcirde ailesini kaybeden iki Ermeni yetimle evlendiriyorlar. Kızlar Çamaş’taki Cevat Bey Konağı’ndan gelin olarak çıkıyor. En büyük abla ‘Şahnaz’ hiç evlenmiyor. En küçükleri olan Faik’in evinde yaşayacak hayatı boyunca. Babası Haçik Usta gibi demirci ustası olacak Faik (ki 1934'de ‘Şen’ soyadını alıyor), ablası Şahnaz’la Çamaş Konağı’ndan ayrılarak Fatsa’da bir düzen kurmaya çalışıyor. Faik Şen bir süre sonra Sakine Hanım’la evleniyor. Bu evlilikten üç oğlu, iki kızı oluyor. Fatsa’da ‘Sülük Gölü’ olarak da bilinen Kurtuluş Mahallesi’nde oturuyorlar.
Faik Şen’in oğlu Sayim Şen’le Fatsa’yı, Devrimci Yol hareketine nasıl dahil olduğunu, Nokta Operasyonu’nu, 12 Eylül Darbesi’ni ve sonrasında yaşanan işkence ve cezaevi süreçlerini konuştuk. Kendi diliyle ve ruhuyla aktarmanın daha doğru olacağını düşünerek sözü Sayim Abi’yi bırakıyorum:
Halkevi’yle tanışma ve Fikri Sönmez
“Ecevit’in kazandığı 1973 seçimleri öncesi Kurtuluş Mahallesi’ne bir CHP bayrağı asalım dedik, baktım bir gün sonra bayrak inmiş aşağıya! Tekrar astık, tekrar inmiş. Dedik böyle olmaz, ‘Kim indiriyor ulan bu bayrağı’ diyerek silahları taktık belimize, bekliyoruz. Baktık Ülkü Ocakları’ndan MHP’liler geliyor. Durdurduk gelenleri, ‘Ne oluyor kardeşim, niye indiriyorsun astığımız şeyi? Bir daha indirilirse sizin için iyi olmaz’ dedik. Halkevi’nden Kemal Kara bu olayı duyuyor ve bizimle görüşmek istiyor. Halkevi’ne gittik, seminer veriyordu Kemal Kara, bitirince yanımıza geldi: ‘Arkadaşlar, Halkevi’ne gelin-gidin, beraber olalım’ dedi. Böyle tanıştık.
Öldürüldüğü 16 Haziran 1977’de, gecesi dahil olmak üzere, beraber geçirdik zamanımızı. Bize ‘şahitlik yapma’ diye baskı yapmaya başladılar ama yaptık tabii, dinlemedik. O sıra askerlik zamanım geldi, askere gittim. Döndüğümde, faşistlerin çoğaldığı, Fatsa’da hissediliyordu. O arada Sülük Gölü’ne Cemal Işık geldi, bizden ufaktı ama biz Cemal’le kaynaştık. Cemal’in öldürülmesinden sonra daha da bilendik. Ben işi gücü abime devrettim, tam anlamıyla hareketin içine girdim. Zaten Fikri Sönmez’in eviyle bizimkinin arasında 500 metre yoktu. Abimle iyi görüşürdü, Fikri Abi’nin babasıyla babam çok yakın arkadaştı.
Nokta Operasyonu
Celal Arslan vardı, Fikri Abi, Celal’in amcasının kızıyla (Nurten Sönmez) evliydi. Fikri Abi’yi eve getirip götürmeye başladık. Fatsa Şenliği’nde bize düşen nöbet ve güvenlik olduğu için, Ali Asker konseri dışında pek bir şey hatırlamıyorum. 10 Temmuz’u 11 Temmuz’a bağlayan gece nöbetteydik. Nokta Operasyonu olacağını Hürriyet Gazetesi bir gün önce ‘Fatsa Kuşatıldı’ diye yazmıştı zaten, ama hiçbir hareket yoktu. Polis o gün hiç devriye gezmedi, gece saat 3 gibi tank ve palet sesleri gelmeye başladı. Biz, ‘Kurtuluş Birimi’ olarak, Kurtuluş’un üstündeki araziye çekildik. Diğerleri de Dumlupınar, Sakarya, Andıl, Çullu’ya... Buralarda, Fatsa’ya hakim tepelerde konumlanarak süreci takip ettik. Fatsa geceleri bizim, gündüzleri onlarındı. Fatsa’da karanlık bastı mı el ayak çekilince kimse kalmıyordu, asker dahi belirli noktaların dışında devriye gezemiyordu, sıkı eylemler de olmuştur o dönemde. Ülkü Ocakları’nı tekrar harekete geçirdiler ama hakim olunamadı, barınamadılar.”
12 Eylül
12 Eylül Darbesi’ni de Bağlarca Köyü’nde bir öğretmenin evinde öğrendik. Asker operasyonları hızlandırdı, biz zaten arazideydik. Asker de yorgun ve bitkindi aslında; savunma dahi yapmadık, geri çekildik hep, askere müdahale etmedik hiç. Bir süre sonra iletişim koptu, herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldı. Çamaş’a geçmek istedim ama geçemedim. Kör Namık ve Alaattin Bölükbaşı’nı özelikle arıyorlardı. Arazide iki aya yakın kaldıktan sonra hareket alanım daraldı, ‘bunlar beni Fatsa’da aramaz, tahmin dahi etmezler’ düşüncesiyle Fatsa merkeze geçtim. Nüfus memuru tanıdıktı, bir kimlik ayarlaması için haber uçurdum. ‘O devirler geçti’ cevabı gelince ‘Ne yapabilirim’ diye düşünürken ailem yakalanmama sebep oldu. ‘Cezasını yatar çıkar, yoksa vurup öldürecekler’ düşüncesiyle yaptılar.
‘Ermeni olduğun yetmiyor mu?’
Bolu Komando Tugayı aldı beni. Fatsa Et-Balık Kurumu’na (Demas) götürdüler, sorguladılar, bir şey bulamayıp serbest bıraktılar. O sıra polis de sorgulama yapıyor tabii, ben tam kapıdan çıkıyorum, Ford marka bir minibüs geldi. İçinde Mustafa Yayla ve Ali Ay’ı gördüm, hemen geri döndüm ama beni hemen tanıdılar, orada çöktüler üstüme. Sorgu sual yok, aldılar, Fatsa Merkez Polis Karakolu’nun nezaretine attılar. 68 gün boyunca her gün, her akşam kaba dayak yedim. Belirli sorgular için yaptıkları özel işkenceler hariç. Normalde beş kişinin kalamayacağı yerde yeri geliyor 25 kişi kalıyorduk. Ayak tırnaklarımı devamlı keserim, etime batar; falakadan sonra kendiliğinden düştü, çok zulüm gördüm. ‘Ermeni olduğun yetmiyor mu’ dayakları ayrı! Ermeni olduğumu bu kadar kısa zamanda öğrenmeleri muhbirlerin gelip ‘Bunun babası da Ermeni, dedesi de Ermeni’ demesindendir. Onların gözünde artık hem Ermeni’sin hem de vatan hainisin ve ülkeyi bölmek istiyorsun. 68 gün sonra, Mustafa Güler’le birlikte nezarethaneden tekrar Fatsa Et-Balık Kurumu’na getirildim. Oradan, nöbet tuttuğumuz, kontrolümüzde olan Perşembe Eğitim Enstitüsü’ne kelepçeli geldik. Orada sıkı yönetim savcısı aynı gün tutuklanmamızı istedi. Mahkeme yok tabii; iddianame yok ki mahkeme olsun. 6-7 arkadaş, Ordu Efirli Cezaevi müşahede bölümüne yollandık. Ne kadar kaldık orada, hatırlamıyorum. Sonra Amasya’ya sevk başladı. Amasya 1 No’lu Askerî Cezaevi’ne geldik. Otobüste kızlardan Kerime, Gülin Bayraktar, Şafak, Aynur Tandoğan ve Seher Ertop vardı. Amasya’da sıkı yönetim savcısı tekrar geldi, tekrar ifadelerimiz alındı, iddianame hazırlamak için. Orada faşistlerle yan yana koydular bizi, sonra Amasya Merkez Cezaevi’ne sevk ettiler.
Terzi Fikri’nin ölümü
Amasya’da, 18. koğuşta Terzi Fikri’yle (Fikri Sönmez) beraberdik. Yemeğiyle, ilacıyla, her şeyiyle ben ilgileniyordum. Ölmeden bir gün önce (4 Mayıs 1985), sabah kalktı, 51’ler Davası vardı, oraya gitti. Öğleden sonra geldi, yemek ayırmıştım. ‘Hiç canım çekmiyor’ dedi, ‘Bir sürü ilacın var, yiyeceksin ağabey’ deyince zar zor yedi. İlacını verdim, ‘Ayaklarım çok üşüyor’ dedi, bir çorap daha giydirdim, ‘Uyuyacağım’ dedi ama bakıyorum uyuyamıyor. Fikri Abi’de bir tuhaflık var. Ayhan Yıldız’ı çağırdım, dedim ki ‘Fikri Abi kötü, hadi revire götürelim’. Veysel Hasgül ve Ayhan birer koluna girdi, ben de arkadan destek veriyorum düşmesin diye. Revire yatırdık, bütün bildiğimiz bu kadar. Bundan gerisi hakkında birisi bir şey anlatırsa yalan. Akşam sayımından önce bıraktık revire, daha da haber alamadık. Gece boyu uyumadık. Ölüm haberi sabah geldiğinde kıyamet koptu. Dışarıyı bilemiyoruz, hapishaneye takviye kuvvetler geldi. Cezaevi tam bir isyan havasındaydı. İtirafçılar dahi mazgallara, duvarlara, kalorifer peteklerine, kapılara vuruyor, slogan atıyordu. O yıkılmışlığı, o ânı tarif etmem mümkün değil. Biz Fikri Abi’den sonra Kenan Özcan’ın intiharını da gördük.
İstanbul’a gidiş
Amasya Cezaevi’nden sonra Erzincan Cezaevi’ne gönderildim, mahkemeler oradan devam etti. Şubat 1987’de Erzincan Cezaevi’nden tahliye olurken, kışlık giyim kuşamlarımı Celal Arslan’a bırakıp, Celal’ın eski paltosunu alarak çıktım. Onu da geri getirip verdim görüşe gelince. Jandarma, Erzincan Otogarı’na bıraktı. Ne yapacağımı bilemedim bir süre. Ne kadar süre sonra bilmiyorum, bindim otobüse, Fatsa’ya gelirken Samsun’da indim otobüsten. Neden indim bilmiyorum, sorma! Sokaklarda gezdim. Soğuk var tabii. Oradan tekrar Fatsa arabasına bindim, tahliye olduğumu kimse bilmiyor. Fatsa’da, garajlara gelmeden tekrar indim, oradan yürüye yürüye sahilden Halit Yüksel’in dükkânına uğradım, oradan da akşam eve geldim. Eve geldikten sonra ortalık şenlik yerine döndü. Cezaevinden tahliye olmama sevindim desem de, sevinmedim desem de yalan olur. Orada bırakıyorsun bir dünya arkadaşını, zaten koğuş kapısından çıkarken tuhaflaştık, tahliye falan da beklemiyorduk. Fatsa’ya geldik ama selam veren yok, ‘Merhaba’ diyen yok, kadınlar dışında ‘Ne haber’ diyen yok. Yani o psikolojiyi uzun süre üzerimden atamadım. Benden evvel tahliye olan arkadaşlarım bile gece geldi beni görmeye! Biliyorsun, bizim evin kapısı çift taraflı, sokak tarafından gelen olmazdı, sahil tarafından gelirlerdi; daha sakin olurdu. Sene 1987 olmasına rağmen! Fikri Abi’nin oğlu Naci gelirdi, pek aldırmazdı. Fizikî takip de vardı tabii. Bir yere oturmaya giderdik, yedi-sekiz masanın içinde gelirler, ‘Kalkın ayağa, arama var’ derler, kimlikler masaya, üst baş araması falan filan, ‘Akıllı olun, attığınız adımdan haberimiz var’ nutukları dinlerdik. Sivil polisler ve muhbirler her yerdeydi zaten. Ailemle de sorunlar yaşamaya başladım. Nokta Operasyonu başladığında babam öldü zaten. Arazideydik, cenazesine dahi gidemedim, bana birkaç gün sonra söylediler. Küçük abim ben cezaevindeyken öldü. Bir anam var, iki kız kardeşim, bir de büyük abim var, Aydın. O da bir süre yattı içerde, ama abimin tavırları değişti. Anladım, Fatsa’da hayat kurmam çok zor. Resul Şahin diye bir arkadaşım vardı, çıktığımı duyuyor, aradı, ‘Gelsene’ dedi İstanbul’a. Belki abim arattı, uzaklaştırmak istedi beni Fatsa’dan. 1987’nin Haziran’ında Sarıyer’e geldim, bir düzen tutturup hayata tutundum. Evlendim, iki kızım oldu, hiç terk etmedim burayı, Sarıyer merkezli olduk.
Hayatımın en güzel yılları mücadele içindeki yıllardı
Güven, sana bir şey söyleyeyim mi? Hayatımın en güzel yılları, mücadelenin içinde bulunduğum yıllarmış. Geri dönsem, 1973 yılı yarın başlasa, yine o uşaklarla yatar kalkarım, yine o dağlara çıkarım. Babamı dağda kaybetmişim, abimi cezaevinde kaybetmişim, hiç fark etmez. Biz bu sürece yüreğimizle girdik, siyasi bilinç sıfırdı. Ben pek kitap okumuş bir adam değildim. Marksizmin ‘m’sini, sosyalizmin ‘s’sini, Devrimci Yol’un ‘d’sini bilmezdim, mermerdim. Devrimcileri sevdim, iyi arkadaşlardı, beraber bir yola çıktım. Bugün olsun, yine başlarım. Yaş 65 demem, hiçbir şey yapamazsam yemek yaparım, pişmanlığım yok.
Fatsa Ermenileri’nin kısa tarihi
Hovagim Hovagimyan’ın henüz Türkçeye çevrilmeyen ‘Badmutyun Haygagan Bondosi’ [Ermeni Pontusu’nun Tarihi, Beyrut: 1967, s.720-21] kitabında bulunan Fatsa Bölümü, Türkçe olarak ilk defa yayımlanıyor. Bu çeviri metnini benimle paylaşan Boğaziçi Üniversitesi’nden Cafer Sarıkaya’ya teşekkür ederim.
“Fatsa kazası Canik sancağının doğu köşesinde yer alıyordu. Şehir denizden yüksek, ağaçlık tepelerin üstünde bulunuyordu, 600 hane nüfusu ve epey rahat limanı vardı.
1908 Salnamesi’ne göre, Fatsa’nın 33.364’ü Türk, 2404’ü Rum, 897’si Gregoryan, 298’i Protestan Ermeni olmak üzere toplam 36.964 nüfusu vardı. Kazada yaklaşık 80 köy vardı, bazılarında Ermeniler de yaşıyordu.
Şehrin doğusunda, Polimon çayı (Türkçe adı Bolaman), şehrin batısında ise Elekçi ırmağı denize dökülüyordu. Şehirden doğu yönünde yarım saat uzaklıkta Rumların hac yeri olan Aya Kostantin Manastırı’nın yıkıntıları bulunuyordu.
Hemşinli Ermeniler, Fatsa’ya önceden gelmiş olmalı. Tahta yapılı kiliseleri 1809 yılında inşa edilmişti. Kilisenin yapım yılını kilisedeki yazıttan öğreniyoruz. ‘Kilise 1 Temmuz 1809 yılında Hovhanoğlu Hovhannes Bey tarafından ve Fatsa halkının desteğiyle inşa edildi.’
Derebeylik döneminde kilise inşa etmek zordu, ancak Türk yönetici (metinde Tacik terimi kullanılmıştır) oranın Ermenilerine saygı duyduğu için ahşap yapılı küçük bir şapel yapmaya izin vermişti. Hovhannes Bey, kilisenin etrafındaki geniş araziyi önceden almıştı. Surp Astvadzadzin Kilisesi’nin inşasından sonra, etraftaki toprakları parça parça halka kiralayıp, elde edilen geliri kiliseye bağışlıyordu. Yıllar sonra, 1870’lerde Fatsalılar taş yapılı bir kilise inşa ettiler.
1850’li yıllarda Fatsa’da sadece dokuz hane Ermeni yaşıyordu, onlar da Niksar ve Ünye’den gelmişlerdi. 19. yüzyılın ikinci yarısında birçok Ermeni yavaş yavaş buraya yerleşip, zengin hayata sahip oluyor. Fatsalılar sadece okul konusu ile ilgilenmedi.
1890’lı yılların başında şehirdeki Ermenilerin sayısı 50 haneye ulaşmıştı. Aralarında Ünyeli Karagözyanlar ve Öksüzyanlar gibi zengin tüccarlar vardı, fakat kendi çocuklarının eğitimini hiç düşünmüyorlardı. Yeni kilisede rahip dahi yoktu ve dinî ibadetleri Çıbıklı Köyü Rahibi Der Hakob Yazıcıyan önderliğinde yapılıyordu. 1890’lı yıllarda okul yapmaya karar vermişler, fakat bunun için adım atmadıkları anlaşılıyor. Kiralık bir evde Soğomon adlı öğretmen tarafından eğitim veriliyordu. Ancak 1905’te Ermenilerin sayısı 70 haneye ulaşmış olmasına rağmen muhterem Soğomon’un eğitim verdiği yer bile kapanmıştı.
O yıllarda, okul açacak ve okul binasının inşaatını organize edecek yeni yönetim oluşturulmuştu. Bu proje ancak Salname döneminde hayata geçti. İki öğretmeni olan karma okul, 1915 yılına kadar düzenli faaliyet gösterdi.
Büyük Felaket günlerinde (Medz Yeğern) hemen hemen bütün Ermeniler Müslümanlığı kabul edip yaşadıkları yerde kalmaya devam ettiler. Ünye’de yaşayan akrabalarına mektup yazıp ‘Allah’ın dinini kabul ettik, siz de bizi takip edin’ diyenler oldu. Hükümet başka yerlerde de bu üçkağıtçı oyuna başvurup sonrasında katliamı organize etmişti. Burada da aynısını yapıp, 3 yaşından büyük kimseyi hayatta bırakmadılar, şehirden sürgün edip katlettiler, çocukları ise Türk ailelerine dağıttılar. Sadece Fatsa’nın çevre köylerinden birkaç genç Sahag Hamalyan, Mesrob Yazıcıyan ve Harutyun Minasyan’ın önderliğinde dağlarda saklanmayı başardılar.”