Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Arşivime dönüp baktığımda, kimi fotoğraflarda sırf duruşu nedeniyle göze çarpan kişiler görüyorum. Şıklık ve postürle ilgili bir durum olsa gerek... Bu kişiler, ister zengin olsun ister fakir, giysileri ve objektife bakışlarıyla, çevrelerindeki diğer insanlardan ayrışırlar. Bu kareyi, İstanbul’daki ilk yılımda, Sulukule günlerimde çekmiştim. Ayaktaki gençten, arkada iki arkadaşı otururken, sobanın yanında durmasını istediğimi hatırlıyorum, ama tespih ve bana bakma biçimi kendi tercihiydi. Böyle fotoğraflar, çocukluğumdan bu yana çeşitli zamanlarda tanıdığım, kalabalığın içinde hemen seçilebilir olmalarıyla beni etkilemiş insanlarla ilgili anılarımı hatırlatıyor bana. O insanlardan biri de, küçük amcam Hovsep’ti. Aile albümümüzde birçok fotoğrafı vardır amcamın – gözünde güneş gözlüğü, üzerinde şık desenli kazaklar, hırkalar, takım elbiseler... ‘Bebek yüzlü’ denebilecek kadar da yakışıklıydı. Yaşça, babamdan ve diğer amcalarımdan çok küçüktü. Annem ve babam evlendiğinde o daha üç-dört yaşlarındaymış. Bir çocuk için, en büyük ağabeyinden pek de büyük olmayan bir amcası olmasının ne çok şey ifade ettiğini tahmin edebilirsiniz. Tüm amcalarımı severdim elbette – her birini, bana gösterdiği sevgi ölçüsünde… Ama onlar büyük amcalardı. Hovsep ise çocuk amca gibiydi. Diğer amcalarımın aksine, biz çocuklar için hiçbir zaman çekinilecek bir figür olmadı. Ondan bir kez olsun korkmuşluğum yoktur. Üstelik neşeli, bizimle birlikte eğlenmeyi seven biriydi. Ayrıca, Kamışlı’da, biz izci çocukların oymakbaşıydı. Kısa pantolonlu izci üniformasıyla bile çok şık görünürdü; hele geçit törenlerinde, elinde uzun saplı bayrakla en önde yürüyüşü, kaçırılmayacak bir manzaraydı. Onu hep en havalı amcam olarak görürdüm.
İlk plak dinleyişim Hovsep amcam sayesindedir. Almanca bir hitti; şarkıcının okuduğu her dizenin ardından bir bebek neşeyle agu-gugu sesleri çıkarıyordu. O şarkıyı çok sever, arka arkaya defalarca dinlemeye bayılırdık. Kuzenlerimle, “Bebekli şarkıyı çalsana amca” derdik, o da çalardı. Yıllar sonra merak edip buldum; şarkının adı ‘Babysitter Boogie’, şarkıcının adı Ralf Bendix’miş. ‘Pikap’ denen aleti de ilk olarak amcam sayesinde görmüştüm. Pikaba bir plak koyar, plak dönmeye başlayınca tahta kapağı örterdi, sonra da müzik başlardı. Dört yaşımdaydım; müzisyenlerin, dönen plağın üzerinde kayarak, ayaklarıyla müzik yaptığını sanırdım. Amcamın ilginç bir plak koleksiyonu vardı, bize onları dinleterek tvist yapmayı öğretmişti. Kuzenim Dzovig’le ilk tvistimizi, pikabın durduğu oturma odasında, Hovsep amcamın gülen bakışları altında yapmıştık. Peppino Gagliardi’den T’amo e t’amero, Enrico Macias’tan Adieu mon pays’yi ilk kez onun yanındayken dinlemiştim. Nasıl severdim o şarkıları, ve de amcamı…
Önceki hikâyelerimde, bir yaz onun dükkânında nasıl çıraklık yaptığımı, beraber yüzme havuzuna gidişimizi, kamyonetiyle kuş avına çıkışımızı anlatmıştım. Bir çocuğun, amcasından bekleyebileceği her şey vardı onda. Onun sayesinde kim bilir kaç film izlemişimdir. Ben küçüklüğümden beri sinema delisiyimdir. Çocukken, imkânım ve param olsa her gün bir film izleyebilirdim. Bir sinema salonuna girip film izlemek için yapmayacağım şey yoktu. Ama bende para ne gezer! Benden büyük kuzenlerimin ya da bir komşunun oğlunun sinemaya gideceğini duyduğumda, peşlerine takılıp şehir merkezine kadar yürürdüm. O kadar azimli bir takipçiydim ki, beni başlarından bir türlü savamaz, sonunda bana da bilet almak zorunda kalırlardı. Böyle hikâyeleri hatırladığımda bazen utanıyorum; kim bilir ne çok rahatsızlık veriyordum zavallılara… Ama öyle günlerde Hovsep amcam gibi bir alternatifim de vardı. Sinemaya giremezsem dükkânına gidip ortalıkta dolaşır, film izlemek istediğimi bir şekilde belli ederdim. Dükkânın bir üst sokağında Fuad Sineması vardı. Amcam sonunda masasının başından kalkar, “Gel bakalım” derdi; o önde ben arkada, sinemanın girişine uzanan merdivenleri çıkardık. Amcam, bilet kontrolü yapan adama “İzin ver de şu filmi izleyiversin” derdi. Adam “sorun değil” dercesine kafasını sallar, kapı işlevi gören perdeyi aralayıp beni içeri alırdı. Konu sinema olduğunda epey arsız bir veletmişim. Ama sevgili amcam hiç kızmazdı. Beni her zaman çok sevdiğini biliyorum, çünkü benimle konuşurken sesinin tonu yıllar içinde hiç değişmedi. Hayatım boyunca, Kanada’dan Türkiye’ye taşınana kadar, bana hep ‘Beco’ dedi.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz