Türkiye'nin yakın tarihi üzerine çalışmalarıyla bildiğimiz Taner Akçam'ın "Yüzyıllık Apartheid/1918-1923 Türkiyesi: Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası" başlıklı kitabı geçtiğimiz aylarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlandı ve kısa sürede ikinci baskısını yaptı. Akçam ile kitabından yola çıkarak "Apartheid" olarak tanımladığı , Cumhuriyet rejiminin azınlıklarla ilgili politikalarına yakından baktık. Pek çok konu başlığını içeren söyleşiyi iki bölüm halinde yayınlayacağız.
Cumhuriyet’in 100’üncü kuruluş yılı neredeyse tüm siyasi çevreler tarafından büyük bir övgü seliyle ve coşkuyla kutlanıyor. Bu konudaki gözlemlerinizi almak isteriz.
Cumhuriyet’e övgüler düzerek yapılan coşkulu kutlamaları ben de gözlüyorum. Keşke bununla paralel, “Niçin bu durumdayız?” sorusuna cevap verecek soğukkanlı bir düşünme, muhasebe yapma da mümkün olabilseydi. Benim özlemini duyduğum “övgü” ve “yergi” alternatiflerinin dışına çıkmayı başarmış bir eleştirel konuşma-tartışma ortamı. Ama gözlediğim, eleştirel düşünce oldukça eksik. Sadece övgüde bir yarış söz konusu. Kendisini solcu ve ilerici sayan aydınlarımız bile bu kervana katılmış durumda ve bunu oldukça anlamlı buluyorum. Demek ki genel olarak bir şeylere sevinmek bir şeylerle gurur duymak özlemi var insanların içinde. Ama ben ilerici ve solcu kesimlerinin de dahil olduğu bu sorgusuz övgü kampanyalarını, içinde bulunduğumuz durumun vahametinin bir göstergesi saymak istiyorum.
Yanlış da anlaşılmak istemem, önerdiğim, vakti zamanında bazı sağ veya İslami akımların başvurduğu Cumhuriyete “yergi kampanyası” değil. Elimizde, “övme” ve “yerme” eylemlilikleri dışında eleştirel düşünme imkanı var ve bu hemen hiç kullanılmıyor.
Ana sorum, “niçin bu durumdayız?” sorusu. Soruya “Ne varmış durumumuzda, ufak tefek meseleler olsa da her şey son derece iyi” diye cevap verebiliriz. Muhtemel iktidarda olanlar böyle cevap vereceklerdir. Ve bu çevrelerle sağduyuya dayalı mantıki bir konuşma mümkün değil. Ama, içinde bulunduğumuz durumu, vatandaş eşitsizliğinin belirleyici olduğu, adaletsizliğin kol gezdiği, hukuk devleti ilkelerinin yok edildiği, temel demokratik hak ve özgürlüklerden yoksun olduğumuz bir ortam olarak tanımlamak isterim. Eğer geldiğimiz yer bu ise, Cumhuriyetin yüz yılı üzerine düşünmek bize niçin bu duruma geldiğimiz konusunda bize bazı cevap imkanları sunabilir.
“Niçin bu noktadayız?” sorusuna iki türlü cevap verebiliriz. Birinci cevap, eğer gözlemlenen büyük övgüler ışığında düşünürsek, “Her şey başlangıçta iyi idi ama sonradan bozuldu” biçiminde olabilir. Burada önemli olan, “bozulma” ve “sapmanın” ne zaman başladığı üzerine konuşmaktır. İkinci cevap ise, karşı karşıya kaldığımız sorunların yapısal olduğudur ve temellerinin Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte atıldığıdır. Ben ikinci cevabın doğru olduğuna inananlardanım. Kuruluş üzerine düşünmedikçe ve bu kuruluşun yapısal hatalarını açık olarak tartışmadıkça içinde bulunduğumuz durumun anlaşılamayacağını savunuyorum.
Yüzyıllık Cumhuriyeti iki büyük paradigma içinden okuyabilirsiniz. Birincisi Kurtuluş paradigmasıdır. İkincisi Kuruluş paradigmasıdır. Bu ülkede Cumhuriyet, yüz yıldır Kurtuluş paradigması içinden okundu ve hala da öyle okunuyor. Buna göre Cumhuriyet, Anadoluyu işgal etmiş yabancı kuvvetlere ve Sultanlık-Halifelik sistemine karşı verilmiş bir Kurtuluş Savaşı'nın ürünü olarak kurulmuştur. Bugünkü büyük övgü selinin bir nedeni de bu okumadır. İkinci okuma ise, Cumhuriyeti Kuruluş paradigması içinden okumaktır. Bu okuma, bugüne kadar hemen hiç yapılmamış okuma tarzıdır ve “Neden bu duruma geldik?” sorusuna cevabı içinde barındırır.
Bana göre, Cumhuriyet, başta Mustafa Kemal olmak üzere yöneticilerinin bilinçli bir tercihi ile bir Apartheid rejimi olarak kurulmuştur. Kuruluş yıllarının kanun ve kararnameleri bunu açık olarak gösterir. Cumhuriyetin kuruluşunu bir Apartheid rejiminin inşası olarak okuyamazsak bugünkü vatandaş eşitsizliği, adaletsizlikler ve demokrasi ve insan haklarına ilişkin sorunları anlayamayız. Mevcut Apartheidı anlamazsak demokratik bir toplumu niçin kuramadığımızı da anlayamayız.
Kitabınızda Apartheid’ı tanımlarken, Cumhuriyetin kuruluş yılları ile birlikte bir "kast" sisteminin oluşumundan bahsediyorsunuz. Buna göre en üstte Sünni -Müslüman -Türkler yer alıyor. Nasıl bir sistem bu size göre ve bunu o döneme yansıyan beyanatlarda görebiliyor muyuz? O dönemin sistemine nasıl yansıyor?
Sorunuza bazı sorular sorarak cevap vermeye çalışayım. Cumhuriyete övgü düzenleri de bu sorulara cevap vermeye çağırıyorum:
Niye Cumhuriyet tarihi boyunca, tek bir Hristiyan ve Yahudi yüksek rütbeli subay olmadı? Niçin Hristiyanlardan veya Yahudilerden üst düzey bir güvenlik elemanı atanmadı? Niçin Askeri okullara tek bir Hristiyan veya Yahudi vatandaş alınmadı? Ve yanlışlıkla alındıkları durumlarda okuldan uzaklaştırıldılar?
Devam edelim: niçin yargıda tek bir Hristiyan veya Yahudi üst görevli yok? Niçin Yargıtay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi üyelikleri hep Müslüman Türklere tahsis edilmiştir? Bu mevkilerde tesadüfen Kürt veya Alevi olan varsa niçin onlardan kimliklerini saklamaları istendi?
Gerçek şudur: Devletin sivil askeri önemli makamları Hristiyan ve Yahudilere tamamiyle kapalıdır. Kürtlere ve Alevilere de bazı istisnalar dışında kapalıdır. Bu görevlere Alevi ve Kürt’ün gelme şansı kimliğini saklaması ve inkar etmesi ile mümkün olur. Ve zaten bu kişilerden istenen Kürtlük ve Aleviliklerini açık etmemeleri ve saklamalarıdır.
Bu 100 yıllık gerçeklik tesadüf olabilir mi? Ben bu gerçeğin tesadüf olmadığını ve bilinçli yaratılmış bir kast sistemin ürünü olarak ortaya çıktığını iddia ediyorum. Elimizdeki sistem Apartheid-Kast sistemidir.
Bir başka özelliğini daha ekleyerek bugünü kapatalım: Cumhuriyet kurulduğu yıllarda, Hristiyan (Rum, Ermeni ve Süryanilerin) ve Yahudilerin nüfus oranı %10’un üzerinde idi. Şimdi bu nüfus %1’in altına düştü. Bu da tesadüf değildi. Kurucuların tercihi, ülkede tek bir Hristiyan ve Yahudinin kalmaması idi. Bunu sağlayamadıkları durumda, onların sayısını süreç içinde sıfıra indirmeyi hedeflediler.
Sistem, kuruluş yıllarında bir Apartheid rejimi olarak kuruldu. Ve dönemin sadece beyanatlarında değil, kanunlarında da açık olarak icra edildi. 1924 Anayasasının, kimin vatandaş olacağını düzenleyen 88’inci maddesi, “bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur bir zattır” anlayışına göre düzenlendi. Bunu söyleyen komisyon üyesi Gelibolu Mebusu Celal Nuri Bey’dir.
Yine aynı vatandaşlık tartışmaları sırasında, dönemin Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Renda, Hristiyanlar ve Yahudiler için hükümet görüşünü tek cümle ile özetledi: “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkülat göstereceğiz.” Yani Cumhuriyet vatandaşları iki kısımdı: “bizden” ve “bizden olmayanlar.” “Bizden olmayan” Hristiyan ve Yahudiler, 1940’lara kadar normal nüfus kütüğüne değil, “Ecanip [ecnebiler] Defteri”ne kaydedildiler. 1926 Devlet Memurin Kanunu ile, memur olmak sadece “Türk ırkına mensup olanlar” için mümkün kılındı. 1960’larda kanunda değişiklik yapıldı ama zihniyeti aynen kaldı. Hristiyan ve Yahudiler, devlet memurluğundan uzak tutulmakla kalmadılar, meslek odalarından atıldılar ve birçok şirkette çalışmaları da yasaklandı.
Listeyi uzatmak mümkün, kitabımda örnekleri var. İşin özeti, Cumhuriyetin kurucuları, çıkarttıkları kanun ve kararnamelerle bir Apartheid sistemi yaratmışlardır.
"Türkiye'de ırk ayrımı yoktur" argümanını desteklemek için hep Anayasanın şu maddesi örnek gösterilir: "Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür". Bu anayasaya ne zaman giriyor? Bu maddeye rağmen azınlık vakıflarının mülküne nasıl el kondu?
Söylediğiniz cümle, 1924 Anayasasının 88’inci maddesidir. Ve madde “ırk ayırımı yapmak” için bu şekilde düzenlendi. Tartışmalarda bu açık olarak dile getirildi. Sonuçta kast ettikleri şu idi ve bunu da açık açık söylediler: İki türlü Türk vardır, birisi, etnik-dil-köken olarak Türk, diğeri ise vatandaş olarak Türk. Ve devletin gerçek vatandaşı birinci tür Türktür. Devletin tüm imkanları bu birinci grup Türkler için ayrıldı. İkinci grup Türk (sadece vatandaş olan ama etnik-din-köken itibarıyla Türk olmayanlar) seçimlerde oy kullanma hakkına sahiptiler, o kadar. Onun dışında temel haklardan mahrum bırakıldılar.
Azınlık Vakıflarının mülklerine el koymak ile bu çifte vatandaşlık arasında doğrudan bir bağ var mı sorusu önemli. Bu bağ doğrudan vatandaşlık ile ilgili değil. Ama Apartheid sisteminin bir başka göstergesi. Burada son derece kasıtla yapılmış sinsi, korkak ve aslında tiksinti verici bir operasyon söz konusu. Durum şöyle: 1935’de yeni Vakıflar Kanunu çıkartıldı.
1936’da bu kanuna dayanarak Vakıflardan ellerinde mallara ilişkin Beyanname istendi. Bu aslında Müslüman Vakıfların mal varlıkları üzerinde denetim kurmak amacıyla yapılmış bir düzenleme idi. Fakat 1936 Beyannameleri, 1974 Kıbrıs işgalinden sonra tamamiyle Hristiyan Vakıflara yönelik bir baskı unusuru haline dönüştürüldü. Hristiyan Vakıflardan, kuruluşlarını belirleyen “Vakıfname veya Vakıf Senedi” istendi. Oysa bu vakıfların çoğu Padişah Fermanı ile kurulmuş oldukları için, “Vakıfname veya Vakıf Senetleri” yoktu. Tek çözüm, bu Vakıfların yerine ikame edecek yeni Vakıflar kurmak olabilirdi. Ama Medeni Kanun'un 101’inci maddesi belli bir ırk veya cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurmayı yasaklıyordu.
Cemaat Vakıfları, 1926 tarihli Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce belli bir din, ırk veya cemaati desteklemek için kurulmuş olan vakıflar sayılmışlardır. Böylece, cemaatlerin bu vakıfları kapatıp, yeni vakıf kurmalarının önü kanunen kesildi.
Burada, Lozan Antlaşmasının 37-44’üncü maddeleri arasındaki hükümlere dayanarak, Cemaatlerin istedikleri gibi vakıf kurabileceklerini öne sürebilirsiniz. Ama Danıştay örneğin 2005 yılında, Lozan Antlaşmasına dayanarak yeni cemaat vakıflarının kurulabileceği iddiasını reddetti. Böylece 1936 Beyannamesi esas alınarak, Vakıfların bu tarihten sonra edindikleri mallar kanuna aykırı sayıldı ve el kondu.
Şimdi ilginç olan şu: “Bir ırkı güçlendiren vakıflara izin yok,” diyen ve Gayrimüslim vakıfların mallarına el koyan devlet, “Türk ırkını güçlendirmek” üzere kurulmuş onlarca vakfa ise izin verdi. Bugün, vergiden muaf 250’nin üzerinde böyle vakıf vardır. Bu durumu, “Sinsi ve Korkak Apartheid” diye tanımlamak isterim. Öyle bir Apartheid sistemi ki dobra dobra, “Hristiyan ve Yahudiler yeni vakıf kuramazlar, böyle vakıfları ancak Türkler kurar” demiyor, diyemiyor, korkuyor bundan. Ama “Bir ırkı güçlendirmek amacıyla vakfa izin yok” deyip, bunu sadece Gayrimüslimlere uyguluyorlar. Türklere ise serbest… Sonra da kanunun genel hükmünün arkasına saklanıp, “Biz ırkçılığa karşıyız” diyorlar. Burada Güney Afrika Apartheid sisteminden daha sinsi, daha derin düşünülmüş bir Apartheid olduğundan söz etmek istiyorum.
Gizli yasalarda "Soy kodu" var, bunu biliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bilhassa gayrimüslimler fişlenmiş. Bu kod sizce ne işe yarıyordu?
Birincisi, bu kodlama bir tek Hristiyan ve Yahudilere ilişkin değil. Kürtlerin de kodlanmış olduğunu biliyoruz. Bu kodlama sisteminin tüm boyutları hakkında ama tam bir bilgi sahibi değiliz. Saklanıyor bu gerçeklik. Biliyorsunuz, “soy kodu” sistemini AGOS gündeme getirdi. Siz gündeme getirmeseydiniz, bilmiyor olacaktık. Kürtlere ilişkin fişlemeleri-kodlamaları da ben tesadüfen buldum. Bu da saklanıyordu. Hala saklanıyor. Boyutlarını bilmiyoruz. Bu nedenle, Türk Apartheid’ı korkaklık üzerine kurulmuş, sinsi bir Apartheid sistemidir, diyorum. Şu andaki idari sistemin ana işleyiş mekanizmasını belirleyen bu fişleme sistemidir ve bunun boyutları hakkında bilgi sahibi değiliz. Düşünmesi bile ‘korkunç’ sayılması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Apartheid sistemini saklamaya çalışarak uygulayan bir sistem söz konusu.
Bu ülkede sivil ve askeri bürokrasinin üst kesimlerinde niçin tek bir Hristiyan, tek bir Yahudi yok sorusunun cevabı bu kodlama sisteminde yatıyor. Bazıları, 3-4 kuşak sonra Hristiyanlığını Yahudiliğini unutmuş bile olsa, devlet bunu unutmuyor ve fişleme sistemi sayesinde bunu biliyor. Bu ülkede niçin göğsünü gere gere “ben Aleviyim”, “ben Kürdüm” diyen tek bir üst düzey görevlisi yok sorusunun cevabı burada yatıyor.
Beni asıl üzen şu: Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, bu “sinsi ve korkaklık” üzerine kurulmuş Apartheid rejimi üzerine ciddi bir tartışma yapmak yerine, kuruluş felsefesi üzerine açık konuşmak yerine rejime sıradan övgüler yapılıyor. Ve üstelik kendisine ilerici, solcu diyen insanlar bu övgü kervanının başını çekiyorlar.
Özetle eğer bu ülkede vatandaş eşitsizliği son bulsun, adaletsizlikler ortadan kalksın, demokratik hukuk devleti kurum ve kurallarıyla işlesin istiyorsak Cumhuriyeti, sadece Kurtuluş değil Kuruluş paradigması ışığında yeniden düşünmek zorundayız.
(DEVAM EDECEK)