Yaz (2) / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

Yağlı güreşleri fotoğraflamak için Kırkpınar’a ilk ziyaretim çok verimli geçmişti. İstanbul’a yerleştiğim sene, neyle karşılaşacağıma dair en ufak bir fikrim olmaksızın gitmiştim oraya. Görsel açıdan müthiş bir seyahat olmuştu. Sıkı çalışmış, birçok ilginç kare yakalamıştım. O büyük kalabalıkta, özellikle de stadyumun dışında, fotoğrafı çekilebilecek çok şey vardı. O kadar kalabalıktı ki, ikinci gün akşamüstü, yiyecek ve içecek namına hiçbir şey kalmamış, hepsi satılmıştı. Susuzluktan dilim damağıma yapışmışken, bir dönerci ustasının, çırağının tuttuğu hortumun altında yıkandığını gördüm. Aslına bakarsanız, müşterilerini doyurmak için saatlerce durmaksızın mesai yaptıktan sonra, böyle bir duşu hak ediyordu. O gün korkunç bir sıcak vardı, birinin üzerine böyle su püskürtüldüğünü görüp imrenmemek mümkün değildi. Tezgâhına içme suyu istemek için gitmiştim. “İçme suyu yok” dedi, “ama istersen buyur, hortumun altında yıkan.” Bunun benim için ne kadar cazip bir teklif olduğunu bilemezdi tabii.

Kamışlı’da su hortumu, her evin demirbaşlarındandı, olmazsa olmazdı. Yazları günbatımında herkes evinin önünü temizlemek için, hem de toprak –veya çimento kaplı– kaldırımlara çöken sıcak yükselip uçsun diye, hortumla sulardı. Sonra da hasır taburelerde oturup akşam serinliğinin keyfini çıkarırlardı. Sonra, yazın sonlarına doğru, yün döşek ve minderlerin sökülüp boşaltılarak yıkanması işi vardı. Çıkan yün hortumla, bol suyla yıkanıp asılır, kuruyunca sopayla dövülerek kabartılırdı. Sonbaharda kazanlara su doldurulur, dana ve kuzu eti kaynatılıp yıllık kavurma hazırlanırdı. Kimi zaman vaftiz törenleri evde yapılır, bunun için büyük leğenlere yine hortumla su doldurulur, biraz sıcak su eklenir, sonra da papaz gelip bebeği takdis ederdi. Hortum, avluları ve saksılardaki bitkileri sulamak için de kullanılırdı. Ama en önemli olay, babaannemin iç avluyu yıkamasıydı. Kamışlı’da yazları çok toz olduğundan, avluların haftada bir-iki kez su püskürtülerek temizlenmesi gerekirdi. Ben ve iki arkadaşım için eğlence işte o zaman başlardı. Tro ile Nigol kardeşti, Lübnan’dan her yaz nineleri ve dedelerinin yanına gelirlerdi. Ninelerimiz ve dedelerimiz Diyarbekir’den çocukluk arkadaşlarıydı. Babaannem Verjin ya da onların ninesi Hale Gulê [Gule Teyze] ne zaman evinin avlusunu yıkayacak olsa, bize “Havuz ister misiniz?” diye sorardı, biz de bu soruyu duyar duymaz soyunup kendimizi hortumun önüne atardık. Avlular kocamandı, belki de biz küçüktük, bilemiyorum. Ninelerimiz avlunun bir ucunda durup suyu püskürtürken, biz de kaygan betonla kaplı, ıslak zemine yüzüstü yatar, ayaklarımızla duvarlardan güç alıp kendimizi iter, birkaç metre kayardık; sonra bir daha, bir daha... Neşeli çığlıklar ve kahkahalar atar, adeta cenneti yaşardık. Zemindeki çatlaklardan, her yanım nasıl sıyrık içinde kalırdı!

O sonsuz yaz günlerinin hatıraları içimi ısıtıyor. Ninelerimiz hâlimize ne çok gülerlerdi... Birbirlerine bizi gösterip, başlarını geriye çekerek kahkaha atarlarken parıldayan altın dişleri hâlâ gözümün önünde.

                                                                                                                           İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında