Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Onları fark ettiğimde sırtüstü yatıyorlardı. O günlerde İstanbul’un banliyöleri bile bana büyüleyici geliyordu. Büyükçekmece’de şöyle bir dolaşmaya çıksam, kendimi masal âleminde gibi hissediyordum. Açık gökyüzünde parıldayan güneş ve masmavi deniz adeta ilahi bir lütuftu benim için. Sahilde güneşlenen o dört çocuktan herhangi biri ben olabilirdim. Çocukken, memleketim Kamışlı’da yüzme havuzuna gittiğimde ben de aynen onlar gibi mutlu olurdum. Suya girmeye bayılırdım. Üzerimde iç çamaşırım olsun, bir de bisiklet şambreli, tamam... Babam araba tamircisiydi, tamirhanesinde her tür lastik bulunurdu. Yan tarafta lastik ve bisiklet tamircileri de vardı. Dükkân sahiplerinin hepsi birbirini tanırdı, arkadaşlardı. O zamanlar lastiklerin içinde şişirilebilen şambreller olurdu. Biz küçük çocuklar, havuza giderken yanımıza en az iki bisiklet şambreli alırdık. Suyun üstünde kalmayı pek beceremiyorduk henüz, o yüzden, başımıza bir şey gelmesin diye şambrel takıyorduk. Çok uzun süre kullanılmaktan haşat olmuş, her tarafı delik delik olmuş şambrellerdi bunlar, hepsinin üstü yama doluydu. Ama gayet kullanışlıydılar; araba lastiklerinin şambrellerini taşımak daha zordu, hem de şişirmek için benzinciye gitmek gerekiyordu. Oysa bisiklet şambrellerini, bir komşudan ya da mahalle bakkalından ödünç aldığınız ayak pompasıyla şişirebiliyordunuz. Her bakkal, dükkânına mal getirmek için şehir merkezine bisikletle giderdi, hepsinin bisikleti vardı.
İşte böyle, üzerimizde şort-tişört, kafamızdan geçirdiğimiz, biri sol omuzdan sağ kalçaya, öbürü sağ omuzdan sol kalçaya uzanarak çarpı işareti oluşturan şambrellerle, düşerdik havuzun yoluna. Bu hâlimizle, Western filmlerde gördüğümüz, fişekliklerini göğüslerinde taşıyan Meksikalı kovboylara benzerdik. Kavurucu güneşin altında, kırk dereceyi aşan sıcakta, küçük şehrimizin sokaklarında yürürken, sanki gerçekten kovboymuşuz gibi, havamızdan geçilmezdi. Halka açık tek havuzun olduğu yer, Kamışlı’nın diğer ucundaydı; bizim mahalleden oraya yürümek nereden baksanız 45 dakika sürerdi. Bazen iki ağabeyimle, bazen de benden küçük kuzenim Hagop’la giderdim havuza. Yalnızsam, oto yedek parçaları satan amcam Hovsep’in dükkânına uğrardım, öğle arası verdiği saatin hemen öncesinde. Havuza gitmeyi çok severdi amcam; babamın ve diğer yetişkinlerin aksine, yüzmeyi ikindi uykusuna tercih ederdi. Yazları, onun yanında çalıştığım zamanlarda, öğle yemeği saatinde birlikte yüzmeye giderdik. Havuza vardığımızda cennete düşmüş gibi olurdum. Her zaman kalabalık, şamatalıydı havuz. Birbirini suya iten gençler, tramplenin merdivenlerine koşanlar, hoparlörlerden bangır bangır bağıran müziğe karışan kahkahalar, açık teraslı kafenin mutfağından yükselen mangal dumanları…
Ne çok severdim yüzmeyi... Atlayıver suya, işte sana cennet!
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz