Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
O sabah Diyarbekir’den minibüsle Batman’a, oradan da bu küçük kasabaya gitmiştim. 2007 yılıydı, Türkiye’ye ilk gelişimdi. Ülke hakkında pek bilgim yoktu, Hasankeyf hakkında ise hiçbir şey bilmiyordum. Minibüsten iner inmez gördüğüm manzaranın güzelliğiyle sarsılmıştım – nehir, kayalar, falezler, tepedeki mağara evler ve dükkânlar… Bu meraklı çocuk çetesini de hemen fark etmiştim. Ben yolumu bulmaya çalışırken, onlar da beni takip ediyordu. Sonra yanıma gelip sorular sormaya başladılar ama Türkçe bilmediğimden, anlayamıyordum. İçlerinden ikisinin aralarında Arapça konuştuklarını fark edip, bu dili nereden bildiklerini sordum. Kasabadaki hemen herkes bilirmiş meğer. Hoş bir sürprizdi benim için, çünkü 34 yıldır Kanada’da yaşasam da Arapçayı unutmamıştım. Hasankeyf’te geçirdiğim birkaç saat boyunca, sürekli olarak bu çocuklara rastladım. Kâh nehirde yüzüyor, kâh ebelemece oynuyor, kâh köpek kovalıyor, kâh oturup sohbet ediyorlardı. Kasabanın tamamı onlar için oyun alanıydı. Dünyanın her yerinde, çocuk olmak böyle bir şey işte; bir yer sıkıcı gelmeye başlayınca başka bir yere gider, orada eğlenirsin.Çocukluğumda sokaklar gün boyu bizimdi ama bazen sıkılır, ‘çöl’e giderdik. Sokakta bizim adanın olduğu yerin bitimindeki açık alana çöl denirdi. Üzerinde ev olmayan, toprağı çatlak, kuru çalılarla örtülü, kocaman bir arsa... Arada bir değişiklik olsun diye giderdik. Çalıların dikenleri insanın ayağına battığından, pek oyun oynanabilecek bir yer değildi; daha çok, gezinip eğlenceli bir şeyler arayabileceğiniz bir alandı. Çekirge ya da kertenkele mesela… Çıt çıkarmadan bekler, zıplayan bir çekirge görünce onu kovalamaya başlar, durduğu an avcumuzu üzerine kapatıp yakalar, diğer elimizle iki arka ayağını tutar, kurtulmak için verdiği mücadeleyi izlerdik. Girift tasarımlı bacakları, kanatlarının ve karınlarının üzerindeki desenler, kocaman gözleri ve antenleriyle, güzel bir hayvandır aslında çekirge. Çekirge yoksa, kertenkele yakalardık, kuyruğundan. Onlara karşı gaddardık, kuyruklarını koparırdık. Hayvancağız kaçardı, biz de geride kalan kesik parçanın kendi kendine hareket edişini, her defasında sonsuz bir hayretle izlerdik. Kendimizi suçlu hissetmezdik, çünkü her şeyi bildiğini düşündüğümüz, bizden büyük çocuklar, kertenkelelerin kuyruğu kopunca hemen yenisinin çıktığını söylerlerdi.
Kamışlı’nın hastanesi, çölün sağ tarafındaydı. En iyi iki arkadaşım Bedig ve Hrayr’la birlikte hastanenin oralarda dolanırdık, kolu, gözü, kafası sargılı hâlde çıkan hastaları görebilmek için. Giriş tarafında hep, tuvalet ispirtosu ya da başka bir şeyin kokusuyla karışmış, keskin bir ilaç kokusu olduğundan, fazla yaklaşmak istemezdim. Sargılı hastalardan da aynı koku gelirdi.
Hastanenin bacasına yuva yapan leylekleri izlemeyi de çok severdim. Her ilkbahar bir çift leylek gelir, yaz sonuna kadar orada kalırlardı. Biri oturmuş, diğeri ayakta, yuvalarında duran bu upuzun bacaklı, upuzun gagalı kuşları izlemeye bayılırdım. Hele o, tam havalanmadan önce açılan büyük kanatları! Öyle müthiş bir görüntüydü ki, orada oturup leyleğin uçmasını beklerken içim kıpır kıpır olurdu.
Hastanenin yanında, okaliptüs ağaçlarının olduğu bir alan vardı. O ağaçların gölgesinde yürümek çok hoşuma giderdi. Yaprakların kokusu sarhoş ederdi insanı. Ağaçlardan dökülen tomurcukları parmaklarımın arasında kırıp koklardım. O enfes koku hafızamdan hiç silinmemiştir.
Çöl ne zaman aklıma gelse, arkadaşım Hrayr’la yaptığımız kısa güreş müsabakasını hatırlarım. Neden bilmem, ateşli bir ağız dalaşına girişmiş, sonra da birbirimize düşman olmuş, günlerce konuşmamış, sonunda güreşerek hesaplaşmaya karar vermiştik. Bedig hakem olacaktı. Bizim sokakta, birbirimize bir metre mesafede karşılıklı pozisyon almış, tam birbirimize saldıracakken, Hrayr’ın her şeyden habersiz annesi çıkıp onu bir iş için yardıma çağırdı. Böylece hesaplaşma ertesi güne kaldı. Bu kez, rahat rahat kavga edebilmek için çöle gidecektik. Sabah erkenden üçümüz birlikte yola koyulduk. Kavgayı izlemek isteyen başka çocuklar da peşimize takıldı. Çöle varınca yine karşılıklı pozisyon alıp Bedig’in işaretini beklemeye başladık. Birbirimizi öfkeyle süzüyor, parçalayacakmış gibi hırlıyorduk. Bedig nihayet işareti verdi. Verdi vermesine de, hareket edemiyordum. Kollarımı öne uzatmış, yumruklarımı sıkmış, öylece duruyordum. Hrayr da kıpırdamıyordu. Kızgın ve sert görünmeye çalışıyorduk ama çatık kaşlarımız yumuşamaya başlamıştı; yüzümün bir katmanı âdeta eriyip yok oluyor, yerini utangaç bir gülümsemeye bırakıyordu. Eminim Hrayr da aynı şeyleri hissediyordu. Herkes sessizce bizi izlerken, Bedig çıkıp “Yallah, yallah, pattıvek… Grivvi mart çek tuk” [Hadi hadi, sarılın birbirinize, siz kim kavga etmek kim!] deyiverdi. O an öyle bir rahatladım ki, anlatamam.
(Çeviri: Altuğ Yılmaz)