Taştan kalpler / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

‘Samatya’, bana hep tatlı anıları çağrıştıran bir ad olmuştur; ‘Pera’ da öyle, ‘Üsküdar’ da. Beyrut’ta, Ermenice ilkokul kitaplarında karşımıza çıkardı bu kelimeler. İstanbul’a yerleştikten sonra, bu semtlere gittiğimde çok heyecanlanmıştım. Sokaklar hayaletlerle doluydu adeta; bir köşeden Zabel Yesayan ya da Hagop Baronyan çıkıverecekmiş gibi hissediyordum. Samatya’daki ilk günümde, büyük bir enerjiyle oyun oynayan çocukların fotoğraflarını çekmiştim. Durmadan parendeler atıyor, fotoğraf makinemin karşısında birbirleriyle yarışıyorlardı. Çok başarılıydılar bu işte. Küçüklüğümde, Kamışlı’da yaşarken ben de parendeler atardım. Ellerimin üzerinde de yürüyebiliyordum, hatta bunun yarışını yapardık. Üç arkadaştık: Hrayr, Bedik ve ben. Sürekli birlikteydik. Yaz aylarını eğlenceyle geçirirdik; bu konuda çok yaratıcıydık. Her zaman bizim sokakta kalmaz, bazen komşu sokakların oyunlarına katılır, başka mahallelerdeki çocukların neler yaptığını merak ettiğimiz için daha uzaktaki sokaklara da uzanırdık. Bazen de misket, dolama (topaç) ya da kendi oyuncaklarımızı yapmak için malzeme almaya, şehir merkezine giderdik.

Arkadaşlığımıza dair en güçlü anılarımdan biri, bizim sokaktan çok uzaklara gittiğimiz bir günle ilgili. O sabah Bedik, şehrin diğer ucunda, siyah taştan yapılmış kalplerle dolu bir yer olduğunu söyledi. Ona inanmadık. “Gelin o zaman, göstereyim size” dedi. Neden bilmem, annelerimize de haber vermeden, öylece düştük yola. Epey yürüdük. Bilmediğimiz mahallelerden geçtik, tanımadığımız yüzler, dükkânlar gördük. Bedik durmadan “Şimdi göreceksiniz” diyordu. Üzerine ağaçların gölgesinin vurduğu bir akarsuyun kenarına geldik. Bizim kasabada bu kadar çok yeşillik görmemiştim hiç. Akarsuyun kenarında, merkezî su deposu gibi görünen, büyük bir bina vardı. Yola çıkmamızın üzerinden iki-üç saat geçmişti. Orada gördüğümüz birkaç kişi bize tuhaf tuhaf bakmıştı. Kaybolmuştuk, yorulmuştuk da. Sonra birden, yanımızdan, bize görünmemeye çalışarak, hızlıca biri geçti. Bize gözucuyla bakmıştı. Ben tanımıştım adamı; babamın arkadaşı, komşumuz Koko’ydu. Bize selam vermeyince, işin içinde bir terslik olduğunu sezip, arkadaşlarıma eve dönelim diye ısrar ettim. Hayal kırıklığı içinde, gerisin geri yola koyulduk. Epey bir yürüdükten sonra Bedik’in amcasını gördük. Öfke içinde, bize doğru koşuyordu. Geldi, “Ulan namussuzlar, ne işiniz var sizin burada!” diye bağırdı, Bedik’i tutup yüzüne iki şamar indirdi, ev tarafına doğru itti. Sonra bize dönüp, “Hele sizi de babalarınıza söyleyeyim de görün” dedi. Başımızın fena hâlde belada olduğunu anlamıştık ama Koko’nun bizi gammazlamakla tehdit etmesine anlam verememiştik. Endişe içinde, hemen evlerimize gittik. O günlerde babam iş için Halep’teydi; bana haddimi bildirmek, amcam Nubar’a düştü. O gelmeden önce anneme hikâyeyi anlatmıştım. Annem beni amcama göstermedi, bir odaya saklayıp “Uyuyor” dedi.

O gün yaptığımız hatanın ne olduğunu yıllarca anlamadım. Sonra bir gün, hikâyeyi Kamışlılı bir yaşlıya anlattım. Adam kahkahalar atarak “Ulan” dedi, “şehrin kerhanesiydi orası!” Gizem çözülmüştü nihayet.

Vay Koko vay...

                                                                                                               İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında