Cumartesi Anneleri’nin yıllardır süren mücadelesi: Besna Tosun anlatıyor

Galatasaray Meydanı’nda her cumartesi günü barışçıl eylem yapmaya çalışan Cumartesi Anneleri/İnsanları üyeleri, bir süredir hukuksuz bir şekilde gözaltına alınıyor. İnsan Hakları Derneği Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyonu üyesi, kayıp yakını Besna Tosun, Cumartesi Anneleri olarak hak mücadelelerini, karşılaştıkları baskı ve hukuksuzluğu Agos’a anlattı.

VARDUHİ BALYAN
SELİN NAZ ZOBU

1995 yılından beri her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi düzenleyerek, gözaltında kaybolan yakınlarını ve faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini arayan Cumartesi Anneleri’nin barışçıl eylemi, 2018’den bu yana çeşitli engellemelere maruz bırakılıyor. Eylem, Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen gerekçe gösterilmeden, herhangi bir resmî yasak olmadan engelleniyor; insanlar şiddet görüyor ve gözaltına alınıyor. Süreci kayıp yakını Besna Tosun ile konuştuk.

Bu engellemeler ne zaman, nasıl başladı?

699 hafta boyunca Galatasaray Meydanı’nda buluşmalarımızı yaptık ve bu süreçte bizden kaynaklı tek bir sorun bile yaşanmadı. Hatta 2016’da İstiklal Caddesi’nde yaşanan patlamadan sonra, bir talebimiz olmadan emniyet bizim oturduğumuz alanda güvenliğimizi sağlamak için bir polis bariyeri kurdu ve eylem alanına gelen herkes polis kontrolünden geçip alana girdi. Barışçıl bir eylemin güvenli geçmesi için zaten Emniyet’in bir sorumluluğu bu. Bu güvenlik çemberi 2018’e kadar, yani 700. haftaya dek sürdü. 699 hafta boyunca hiçbir sorun yaşamadık. 700. hafta alana gittiğimizde yine her haftaki polis ekibi oradaydı, yine güvenliğimiz için bir çember oluşturulmuştu ve onlarla diyaloğumuz oldu. “Biz hazırlık yapacağız, bu alanı biraz açabilir misiniz?” dedik. “Siz başlayın, biz size yardımcı olacağız” dediler. Yani 700. haftanın sabahında da her şey çok olağandı ama saat 10.30 gibi her hafta orada olan ekip geri çekildi ve başka bir polis ekibi geldi. 10 dakika içinde İstiklal Caddesi ve Galatasaray Meydanı polisle doldu. Polis araçları, gözaltı araçları, çevik kuvvet... Yanımıza gelen polis amirleri İçişleri Bakanlığı’nın talimatıyla eylemimizin yasaklandığını söyledi. Her şey orada başladı. Müzakere etmeden, bize bir süre tanımadan, “Aramızda yaşlılar var” dememize rağmen hiçbir diyalog kurmadan bizi darp ederek gözaltına aldılar ve o tarihten beri de Galatasaray Meydanı sadece Cumartesi Anneleri’ne değil, bütün topluma kapalı. Beş yıldır İstanbul’un en işlek caddesinde bir meydan, polis bariyerleriyle kapalı ve 24 saat polis ablukasında.

İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul şubesi önünde de engellemelere maruz kalmıştınız. O süreci anlatır mısınız?

Biz, Cumartesi Anneleri olarak Galatasaray’dan vazgeçmeyeceğimizi kamuoyuna ilan ettik. İHD önündeki açıklama ise şöyle oldu: Her hafta anneler olarak dernekte buluşup Galatasaray Meydanı’na birlikte geliyorduk. 700. haftadan sonra da bunu yaptık, derneğin önünde buluştuk, hazırlığımızı yapıp meydana gideceğiz diye çıktık ama yaklaşık 10-15 hafta boyunca Galatasaray’a yürüme girişimimiz polis şiddetiyle engellendi. 15 haftaya yakın bir sürede her hafta, İHD’nin sokağında polis şiddetine maruz kaldık. Polis önümüzü kestiği ve geçişimize izin vermediği, müdahale ettiği için açıklamalarımızı orada okuduk. Bu süre içinde de hukuki girişimlerimiz oldu. Beş yılın sonunda başvurduğumuz hiçbir yerden sonuç alamadık. Anayasa Mahkemesi birkaç ay önce ‘toplantı ve gösteri, yürüyüş’ hakkımızın ihlal edildiği kararını verdi. Bu ihlalin bir daha tekrarlanmaması için de bu kararın bir örneğini, yasak kararında imzası olan Beyoğlu Kaymakamlığı’na gönderdi ve ‘oradaki yasağı kaldırın’ talimatını verdi. Bu karardan sonra bir karar daha verildi. O karar da aynı şekilde, 700. hafta yasağının hukuka aykırı olduğunu söyledi.

Bu karar polis şiddetini engelledi mi?

Karardan sonra bir araya gelip konuştuk, aslında hukuki olarak bir kazanımdı bu bizim için. Türkiye’nin en üst mahkemesi Galatasaray’daki yasağın hukuka aykırı olduğunu söyledi ve yetkililere ‘o meydanı açın’ dedi. Biz de buna dayanarak 8 Nisan’da yeniden Galatasaray’a dönme kararı aldık. Çıktığımızda neyle karşılaşacağımızı az çok biliyorduk elbette, çünkü bu, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının ve hukukun yok sayıldığı ilk örnek değildi. Yine de bu ısrarı sürdüreceğiz diye çıktık meydana. İlk haftadan itibaren de polis şiddetiyle karşılaştık. Her hafta darp edilerek gözaltına alındık. Aramızda çok sayıda yaşlı var. 84 yaşında annemiz var. Hanife Anne her hafta bizimle aynı muameleyi görüyor ve kelepçelenerek gözaltına alınıyor. Biz AYM’nin kararını hatırlattığımızda ise karardan haberdar olduklarını gördük. Müzakere ettiğimiz amire giderken AYM kararı elimizdeydi. “Bakın burada AYM kararı var, alın okuyun” dediğimizde “Haberimiz var” dediler. Karşılaştığımız şey aslında ‘biz AYM’yi de tanımıyoruz, hukuku da tanımıyoruz, burada hukuk da biziz, yasa da biziz, mevzuat da biziz’ tavrı. Daha önce de zaman zaman bunu söylediler bize. Tabii ki haklıyız. Bu çok haklı ve meşru bir direniş, o yüzden de sürdürmekte ısrar ediyoruz.

8 Nisan’dan sonraki süreçte maruz kaldığınız şiddet dolayısıyla herhangi bir hukuki başvuru yaptınız mı?

İlk gözaltına alındığımız tarih 8 Nisan’dı. Biliyorsunuz, her gözaltı için bir soruşturma başlatılıyor ve eğer bir suç unsuru oluştuysa davaya dönüşüyor. 8 Nisan’daki ilk gözaltımızdan sonra savcılık soruşturma başlatmıştı. Bu soruşturmadan sonra oradaki eylemin barışçıl olduğu, herhangi bir suç teşkil eden bir durum olmadığı söylenip takipsizlik kararı verildi. AYM de, savcılık da, mahkemeler de ‘orada bir suç yok’ dese bile biz polis şiddetine maruz kalıyoruz.

Besna TosunKayıplardan Murat Yıldız’ın fotoğrafını tişörte bastığınız için de İstiklal’de gözaltına alınmıştınız. Bu eyleminizden bahseder misiniz?

Her hafta gözaltına alınıyoruz, kelepçeleniyoruz. Şimdi çok itiraz ettiğimiz için kelepçeler açılıyor ama alınıyoruz, gözaltı aracının içinde kelepçeli bekletiliyor ve hastaneye gittiğimizde acil servisten geçiyoruz. Acil servisin içi de cumartesi günleri çok dolu; orada onlarca, yüzlerce hasta var ve biz o hastaların içinden kelepçeli olarak geçiyorduk. Polis bizi öyle geçiriyordu. Şimdi girmiyoruz kelepçeli ama yine de her birimizin yanında resmî polisle, suçluymuşuz gibi hastanenin içinden geçiriliyoruz ve Hanife Anne, Murat Yıldız’ın annesi, haklı olarak bu duruma çok geriliyor. İnsanlar anlamaya çalışıyor. Kim bunlar? Niye getirildiler? Suçluymuşuz da orada bizi teşhir ediyorlarmış gibi hastanenin koridorunda sıraya diziliyoruz ve doktoru o halde bekliyoruz. Hanife Anne de her gittiğinde mutlaka hastalara dönüp “Biz Cumartesi Annesi’yiz, kayıplarımızı arıyoruz, suçlu değiliz, kayıplarımızı aradığımız için şiddete maruz kalıyoruz” diyor. Geçtiğimiz hafta da bunu söylerken çantasından tek oğlunun, 19 yaşında kaybedilen Murat Yıldız’ın fotoğrafını çıkartıp kaldırıyor ve oradakilere: “Bu benim oğlum, 19 yaşında, ben karakola kendi ellerimle teslim ettim ve kaybedildi. Oğlumu arıyorum.” Orada bir kadın polis, atlayıp elindeki fotoğrafı alıp, yırtıyor. Bu durum Hanife Anne için çok zordu. Onu atlatamadı, çok kötü bir hafta geçirdi. Hastanede sinir krizi geçirmişti, arkadaşlarımız onu zor yatıştırdı. O yüzden, bu olaya tepki olsun diye giymiştim o tişörtü. Bu hafta eylemde giydim aslında. O tişörtle İstiklal’den üç arkadaşımla yürüyüp meydana geldim. Arkadaşlarımız da Meşrutiyet Caddesi’nde polis ablukasına alınmıştı. Ben onlarla buluşamadım. Artık polis biz daha meydana gelmeden anons yapmaya başlıyor. Meydana neredeyse 200-300 metre uzaktayken polis anons yapmaya başladı ve biz o arada koştuk. Zaten polis diğer arkadaşlarımızı ablukaya almıştı. Biz ablukaya girmek istemedik ve zaten amacımız meydana gitmekti. O yüzden meydana yöneldik. Yöneldiğimiz anda da polis müdahale etti. Hasan Karakoç’la beni alanın dışına darp ederek attılar. İHD yöneticilerinden Cüneyt Yılmaz’ı da 10-15 polis direnmediği, kaçmadığı, polise karşı koymadığı halde yerde sürükleyip, darp edip araca bindirdiler. Bu şiddet aracın içinde de devam etti. O tişört onun içindi; kayıplarımızın fotoğraflarına, kayıplarımıza yönelen o şiddete karşı verdiğimiz bir tepkiydi. Olay da cumartesi günü meydanda oldu.

Sonrası için nasıl bir süreç öngörüyorsunuz? Hukuki olarak nasıl bir yol izleyeceksiniz?

14 hafta oldu. Avukatlarımız her hafta için maruz kaldığımız şiddete yönelik başvurular, suç duyuruları yapıyor. Henüz herhangi bir sonuç alamadık. Onun dışında da Galatasaray Meydanı’na daha çıkmadan zaten Beyoğlu Kaymakamlığı’ndan, İstanbul Valiliği’nden ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden randevu talebimiz olmuştu. Herhangi bir geri dönüş olmadı. Yetkililerle iletişim kurabilmek için bu gibi girişimlerimiz oluyor. İçişleri Bakanlığı’na da bir talebimiz oldu, geri dönüş sağlanmadı. Bu görüşmeler olursa ne gibi bir sonuç çıkacak, ona bakacağız. Bu şiddete rağmen Galatasaray’da olmanın ısrarını elbette sürdüreceğiz. Suç işleyen biz değiliz, devlet yetkilileri, kamu görevlileri. Aslında kendi işledikleri suçları ifşa ediyorlar.

Hakları ihlal edilen sadece biz değiliz. Beş-altı dakika sürüyor eylem ve o süre içinde birden fazla hak ihlali yaşanıyor. Normalde barışçıl bir eylem değilse bile uyarı yapılır; dağılmak için geçerli, makul bir süre tanınır; müzakere edilir. Bunların hiçbiri olmuyor. Önceki hafta biz kafede çay içerken polis anons yapmaya başladı. Biz yokuz ortada. Üç haftadır biz alana gelmeden alanın dışında farklı bir yerde ablukaya alınıp gözaltına alınıyoruz. Biz yokken anons yapıyorlar, polis bizi gördüğü anda harekete geçiyor. İlk müdahale basına oluyor. Basın emekçileri haftalardır bizden daha fazla darp ediliyor. Bize dokunmadan önce o suçun görünür olmaması için, belgelenmemesi için basına yönelik bir müdahale oluyor. Darp ederek basını alandan uzaklaştırıyorlar. Önce bizi ablukaya alıp sonra basınla aramıza başka bir abluka yapıyorlar. Yakından, kenardan, köşeden bile görüntü alınmaması için dört-beş tane polis ablukası oluyor. Toplumun haber alma hakkı, basının işini yapması engelleniyor. Bizim toplantı ve gösteri, yürüyüş, kötü muamele görmeme, işkence edilmeme hakkımız ihlal ediliyor. Gözlemci arkadaşlar var, 14 haftadır gözlem yapıyorlar ve o gözlem sonrası cuma günleri rapor yayınlıyorlar. O raporda görüyoruz ki eylem beş-altı dakika sürüyor. Bir hafta 3,5 dakika sürdü. Bizim alana gelmemiz, polisin basına müdahale edip gazetecileri alandan uzaklaştırması, sonra bize müdahale edip, bizi kelepçeleyerek gözaltı aracına bindirip aracın alandan hareket etmesi üç buçuk dakika. İnanılmaz.

Polis, mahkeme kararlarına rağmen yasağı neye dayandırıyor?

Bize yasak tebliğ edilmiyor. Her hafta aynı şey. Ceplerinden bir kâğıt çıkarıyorlar bazen, bir buçuk sayfalık bir kâğıt. Birinci sayfasını asla görmüyoruz. Sadece ikinci sayfasındaki alt kısımda tarih gösteriliyor. Orada ne yazdığını görmüyoruz bile. Tek bir hafta bile hangi gerekçeyle gözaltına alındığımızı öğrenemedik. Sorduğumuzda “Kaymakamlığın sitesinde yayınlanıyor, oradan bakarsınız” diyorlar. Normalde de zaten böyle olması gerekiyor. Önceden kaymakamlığın resmî sitesinde yayınlanıyor olması gerekiyor ama biz öncesinde de her hafta kontrol ediyoruz, herhangi bir yasaklanma kararı yok. Sonrasında polis bize “Yasaklanma kararı var, kaymakamlığını sitesinden bakın” dediğinde de bu kararı görmüyoruz. 14 haftadır eylem sırası ve sonrasında baktığımızda öyle bir karar yok.

Bu çok haklı ve meşru bir mücadele ve biz ne olursa olsun mücadelemizi sürdüreceğiz. Burada devletin korkusuyla karşı karşıyayız ama korkmakta da haklı olduklarını düşünüyorum, çünkü biz, yıllardır işlenen insanlık suçlarını görünür kılıyoruz.

İnsanlar, Cumartesi Anneleri’ne nasıl destek olabilirler?

Bu bir hukuk mücadelesi, insan hakları mücadelesi. Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi hakikat ve adalet mücadelesi, sadece kendi yakınlarını bulmak için sürdürdükleri bir mücadele değil. İlk talebimiz, bir daha hiç kimse gözaltında kaybedilmesin. İkinci talebimiz ise kaybedilen sevdiklerimizin bulunması. Öncelik kayıpların son bulmasıydı ve başlattıkları mücadeleyle aslında bizlerin yaşam hakkını korumuş oldular. Belki birçoğumuz Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi sayesinde kaybedilmekten kıl payı kurtulduk. Bu mücadele gözaltında kaybetme suçunun önüne fiili anlamda bir set kurdu. O yüzden çok önemli hepimiz için.

Hepimizin durduğu yerden yapabileceği bir şeyler olduğunu düşünüyorum; dahası, yapmak zorundayız. Bu hepimizin insani olarak sorumluluğu. Ne yapabiliriz bu sesi çoğaltmak, görünür kılmak için? Aslında çok basit. İlla fizikî olarak orada bulunmanıza gerek yok. “Gelin bizimle dayak yiyin, gözaltına alının” demiyoruz ama sizin de sorumluluğunuz var diyoruz ve bu hakikat, adalet mücadelesinin sesini yükseltmek için herkesin bu sorumluluğu yerine getirmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ne yapabileceğimizi, bunu nasıl taşıyabileceğimizi kendimiz bulacağız elbet.

Sizi Cumartesi Anneleri’yle veya diğer kayıp yakınlarıyla bir araya getiren hikâye nasıl başladı?

Babam, 1995’te, evimizin önünden gözaltına alındı. Üç sivil polis tarafından kaçırıldı ve kaçırılmadan önce gördüm ben babamı. Kaçıranları başta babamın arkadaşları sandım. Akşam eve gelirken bahçenin önünde bir araç duruyordu, aracın yanında üç kişi ve babam vardı. Babam görmedi beni. Yaklaştığımda yanındaki kişiler ben gördü. Ya küçük bir çocuk geliyor diye, ki zannetmiyorum bu kadar hassas düşündüklerini bu detayı, ya da belki de tanıyorlardı beni, geldiğimi gördükleri anda onu kaçıranlar babamın koluna girip bahçeye atladılar. Ben bahçenin yanına geldiğimde, karalık ve ışıklandırması yok bahçenin, göremedim babamı. Üç kişiden biri de aracın önünde duruyordu ve özellikle durup araca baktım, kişiye baktım. O da bana baktı ve gülümsedi. Ben de bu güvenle “Babamın arkadaşı bunlar” deyip eve çıktım. Beş dakika sonra annem balkona çıktığında üç kişi babamın kolunda, onu zorla araca bindirmeye çalışıyordu. Babam da kafasını kaldırıp annemi gördüğünde bağırmıştı, “İmdat! Beni götürüp öldürecekler” diye. Onun üzerine aşağı indik ve direnmemize rağmen, engel olmaya çalışmamıza rağmen bütün mahallenin gözü önünde babam kaçırıldı. Hemen o akşam karakola başvurduk. Ertesi sabah da İnsan Hakları Derneği’ne başvurduk ve ondan sonra da Cumartesi Anneleri’nden haberdar olduk. Aslında bizi İnsan Hakları Derneği’ne yönlendiren kişi de babamdı. Ben 12 yaşındaydım, annemin okuma yazması yoktu, Türkçesi yoktu. Diyarbakır’dan yeni gelmiştik İstanbul’a ve babam gözaltında kaybetmelerden haberdardı. Kendisinin da başına aynı şeyin geleceğini bildiği için anneme İnsan Hakları Derneği’nin telefon numarasını ve adresini bırakmış. “Benden haber alamazsan, başıma bir şey gelirse gidip buraya başvur” demişti. Bizi Cumartesi Anneleri’yle buluşturan, bizi oraya yollayan babam aslında. Kaybedilmesinden sonra İnsan Hakları Derneği’ne başvurduğumuzda biz de Cumartesi Anneleri’nden haberdar olduk ve hemen bir-iki hafta sonra düzenli olarak onların başlattığı eyleme biz de katıldık. Cumartesi Anneleri 27 Mayıs’ta başlamıştı, biz de ekim ayından itibaren oradaydık. Hikâyemizi başlatan, bizi Cumartesi Anneleri’yle buluşturan babam. O, hayattayken Cumartesi Anneleri ile buluşturdu bizi aslında öyle diyebiliriz.