24 Mart’ta kaybettiğimiz şair Kirkor Yeteroğlu, Türkiye Ermeni toplumunda iz bırakan bir isim oldu. Fatin Şevki Bulut, aile dostu Yeteroğlu’nu anarken, memleketi Arapgir’in Ermenilerinin yakın tarihinden çarpıcı kesitler de sunuyor
FATİN BULUT
Kirkor amcamı yitirdik. Arapgir’den bugüne emek emek koruduğumuz dostluğun en ağır taşı bu dünyadan göçtü, gitti sessizce. Aile dostluğumuz 90’lı yıllara dayanıyor. Babam onun doğduğu yerde, Malatya’nın Arapgir ilçesinde hakimken, Kirkor amcamın babası Papken Yeteroğlu babamın bilirkişisiydi. Bir zamanlar Arapgir, aynı Maden gibi, Eğin gibi, Lice gibi asırların birlikteliğinin izlerini taşıyabilen nadir ilçelerdendi. Hançepek gibi, Bey Mahallesi gibi “Gavur Mahalle”leri vardı Arapgir’in ve “Bir Zamanlar Ermeniler Vardı” oralarda. Benim doğduğum zamanlarda, ya komşularının hatırıyla korunabilen birkaç kişi kalabilmiş, ya da Fethiye Çetin’in muazzam anlatısındaki “anneanne”ler tutunabilmişti hayata. Yani, çatlaktan çok sular sızmıştı da kala kala birkaç berrak göze kalabilmişti. Onlar, Kirkor amcamın dizeleriyle “mazlumuz, yok sessizlikten başka sesimiz” diyenlerdi, “ilkin karasuda, sonra tarihte” boğulanlardı. Bunlar o kadar çok yazıldı ki, benim bir şeyler yazmam, o acıları yaşayanların hatırasına hadsizlik olacak. Burada sadece Kirkor amcama sevgimi anlatmak istiyorum.
Arapgir'in son Ermenileri
Babam Arapgir’de 1990-1993 yılları arasında çalıştı. Arapgir’de gördüğü, duyduğu, yaşadıklarına hürmeten, sessizlikten başka sesi olmayan o mazlum halkla dost olmuştu babam. Bizi de böyle yetiştirdi. Hayatımı değiştiren kitabı, memleketimiz Maden’de geçen “Anneannem”i, “oğlum bak, bizim toprağın hikayesi” diye bana getirdiğinde 13-14 yaşlarındaydım. Sonrasında ailemde, çevremde, türkülerde, kitaplarda, yani hayatımın her yerinde Ermenileri aradım. Anneannemin 1915’te üç gün kan akan Hazar Gölü’nü anlatmasını dinledim, köyümüzdeki Mehmet’in, Zülküf’ün, Halit’in annesi Pappa’nın, öldürülenlerden geriye kalıp, büyütülüp köyün en yoksullarından birisiyle evlendirilme öyküsünü dinledim. Kirkor amcamın bir şiirinde yazdığı gibi; “hep doğuya yakışan ayrılıkları” dinledim. Babaannemin anlattığı, her ayın başında ve ortasında köye gelen ve “çerçi hemme çi” diye bağırınca bütün köyün kızlarının etrafına toplayan Çerçi Garo’yu dinledim. Babamın Arapgir öykülerini dinledim. Her anlatılan, Çerçi Garo gibi ya da babamın dostlukları gibi, kalan çoğunluğun gidenleri romantize ettiği öyküler değildi elbette. Kırımın iktisadi nedenini “milli burjuva” yaratmakta bulan İttihatçı kadroların zihniyeti Elazığ’ın Maden ilçesinin Gezin köyünde bir lise öğrencisinin dinlediği öykülere dahi siniyordu. “Çok zenginlermiş, giderken altın gömmüşler” gibi kaybedilen onca hayat için sunulan anlamsız gerekçeler; “köydeki dibi görünmeyen kuyuya Ermeniler altın gömmüş, defalarca kazılmış ama bulunamamış” gibi, kökünden sökülmüş bir halkı sadece “gömülerle” anacak kadar hissiyatını kaybetmiş komşular, zulmü meşrulaştırmak için harcanan onca nafile çaba, dün de vardı, bugün de var.
Arapgir’in sokakları aynı Maden gibi dik ve yokuş olduğu için, annem Arapgir’e yerleştiği gibi, karşı evde oturan Ermenice ismini bilmediğimiz, hitap edilen ismiyle Neriman teyzenin tavsiyesiyle lastik çizme almış ve Arapgir’den gidene kadar kullanmış o çizmeyi. Elbette Ermeni olduğunu gizlermiş şehre yeni gelmiş bürokratlardan, bu yüzden ismine Neriman dermiş. Şehrin Singer bayisinin sahibiymiş eşi. Neriman teyze hayatını kaybeden kocasının beyaz eşya dükkanını ölünceye kadar işletmiş. Dükkânda hiçbir şey yokmuş, ancak sadece boş dükkânda oturup sokağı seyretmek, gelip gideni görmek ve belki eksilenlerin anısını yad etmek için boş dükkânın başında otururmuş. Uzun yıllar Lübnan’da bir eczacının yanında çalışmış Neriman teyze. Kim bilir, belki sürgünden yıllar sonra toprağının özlemiyle geri gelmiş Arapgir’e. Babamın sedeflerine ilaç yaparmış o engin bilgisiyle. Hiç tüpgaz ve alüminyum kap kullanmaz, bütün yemeklerini odun ateşinde ve bakır kapta ya da toprak güveçlerde pişirirmiş. Sarkis Miracoğlu varmış, babamın dostu. Bir kiliseleri bırakılmadığı için Arapgir’de belki, topluca Tanrı’ya yakarmayı özlediği için belki, Müslümanların Cuma namazını caminin dışından dualarla takip edermiş, istisnasız her cuma. Her Paskalya’da renkli yumurtalar getirirmiş adliyeye. Çok iyi İbranice bildiği için Arapgir’de 90’lı yıllarda kalan bir avuç Ermeni’nin ibadetlerine yardımcı olan ve vefat edenlerin cenazelerini defneden Sütçü Karnik Efendi varmış. Bir gün babam beni gezdirirken, “Hâkim bey senin oğlan çok güzel. Dinimiz ve elhamımız farklı ama Yaradan’ımız bir, izin ver senin oğlana bir muska yazayım” demiş. Hala saklarım o muskayı. Ve Arapgir’in Şepik köyünde oturan, kadastro ve hukuk davalarında yitik ve gaip kişilerden kalan gayrimenkullerle ilgili mahalli bilirkişi olarak görev yapan Papken Yeteroğlu varmış. Bütün yitik kişileri isim isim ve tarlaların kime ait olduğunu parsel parsel bilirmiş. Dava konusu “yitik ve gaip” kişilerin toprağından edilmiş Ermeniler olduğunu hatırlatmama gerek yok zannediyorum.
Papken Amca ve Kirkor Yeteroğlu
Papken amca ile uzun yıllar yazıştı, konuştu babam. Bu vesileyle Kirkor amca ile tanıştık. Ancak bizim aile dostluğunu aşan bir dostluğa erişmemiz, benim Mülkiye’deki öğrencilik yıllarıma dayanır. Üniversite ile edebiyata olan ilgim arttıkça, Kirkor amcanın bir aile dostundan ziyade “bir şair” olduğunun farkına vardım. Gerçekten, evvela çok iyi bir insan ve sonra çok iyi bir şairdi. Tanıyanlar ikrar edecektir, onun kadar alçakgönüllü bir insanla tanışmak herkese kısmet olamayacak bir kazanımdı. Kendisine şair denildiğinde utanır, sıkılır, başını eğer, bu kimliği asla kabul etmez, edemezdi. 'Yazmayı deniyorum' derdi, o kadar. Çocukluğunda yatılı okulda öğrencilik yapmış bir arkadaşımın, Kirkor amcanın annesinden ayrılışını anlattığı “Fotoğraftaki İz” şiirini okuduğunda ağladığını söyledim ve o, belki inanmazsınız ama “keşke okutmasaydın” dedi. Eminim o an bir gözyaşına yol açtı diye suçlu hissetti kendini. Takdir istemezdi, övülmeyi sevmezdi. Mütevaziliğinde mutluydu o. Evet, Ahmed Arif’in deyimiyle bir “şair, yani yürek işçi”siydi. Ama her şeyden evvel “işçi”ydi. Hayatını emeğiyle değer yaratanların yanında durabilmek üzerine kurmuştu ve kendisi de bir emekçiydi. Mübalağa etmek için yazmıyorum, bütün hayatı boyunca çalışmıştı. Emekli olmasına karşın hala çalışıyordu. Şairliği kabul etmese de çok iyi bir okuyucu olduğunu kabul ettiğini içten içe hissederdiniz sohbetinde. “Gençken, şiir okumadan geçen günü israf sayardım sevgili Fatin” derdi sıkça. Ancak son yıllarda okumakta zorlanıyordu, zira kitaplığındaki tozlanmadan dolayı kitap sayfaları astımını azdırıyordu. Metin Altıok’un deyimiyle, “sahaf kitabındaki küf ve nemden” artık sevinç duyamıyordu. Yine de kitap fuarlarından asla vazgeçmiyor, büyük bir titizlikle tarihlerini takip ediyor, yeni yazılanları okumaya çalışıyordu. Ömrü boyunca “öteki” olduğu hissettirilmişti ona, ama bunları pek anlatmazdı. Ama, oğlunun açtığı sahafta kimi “komşularının” yaptıkları çok içini acıtıyordu. Kendine yapılanlardan değil, evladına yapılanlardan şikayetçiydi.
Benden hiç vazgeçmedi
Ondan gelen telefonlara çok alışkındım. Her bayram arardı örneğin, hiçbirini sektirmeden. “Sevgili Fatin merhabalar, senin ve ailenin bayramını kutlarım. Umarım hepiniz iyisinizdir” demesinin ardından derin bir sohbete başlardık. Ben ise onların bayramlarında aramamdan incineceğini düşünür, arayamazdım. Çoğunluk olmanın mahcubiyetiydi bendeki. Kendisine de söylemiştim bu durumu, “bu kadar ince olma sevgili Fatin” demişti. Ben, telefonlara cevap vermeye çok meyyal birisi değilim. Birkaç kere onun telefonunu da açmadığım olmuştur. Ancak o, deyim yerindeyse “benden hiç vazgeçmedi”. Sürekli birileriyle tanıştırmak istedi beni, yeni dostluklarım olsun diye uğraştı. Bazen Elazığ’la bazen Arapgir’le, bazen şiirle, bazense ülke gündemiyle ilgili arardı. Benim akademisyenliğimle çok isteyip gidemediği Akçadağ Öğretmen Okulu arasında kurduğu bağı ve bu nedenle bana gösterdiği ihtimamı her konuşmamızda hissettirirdi.
Telefonla görüşmelerimizi birkaç kez, İstanbul’u ziyaretlerimde yüz yüze görüşme ile de taçlandırabildim. İlk görüşmemizde hayatımı değiştiren kitabı, “Anneannem”i ona armağan etmiştim. Elbette önceden okuduğuna emindim, ama kitaplığında benim için en değerli kitap benden ona armağan olsun istemiştim. Sessizce anlatırdı, her bir kelimesi özenle seçilirdi ve kısık sesinden romanlar akardı. Hatta biraz yüksek sesli ve heyecanlı konuşuyor olmamdan dolayı bana kızar, çevredekileri rahatsız etmemden çekinirdi. Eski iş yeri Cağaoloğlu’ndaydı. Meşhur Cağaloğlu yokuşunu Kirkor amcayı ziyaretim sayesinde öğrendim ve ziyaretin ardından metroya kadar beraber yürüdük. Uğradığı her dükkânda büyük bir hürmetle karşılanmıştı ve ben ona duyulan saygıyla beraber onun kibarlığını hayretle izlemiştim. Başka bir dünyadan gibiydi nezaketi.
Son görüşme
Son görüşmemizi 2022’nin Aralık ayında, İstanbul’u ziyaretimde yaptık. Kanser hastası akrabasına ilacı bir gün geç götürmek pahasına vakit ayırmıştı bana. Yanımda çok değer verdiğim bir insan daha vardı. Hayranlıkla dinledik sohbetini. Orhan Kemal ile bir hastane odasındaki anısını anlattı. Edip Cansever’in yeni basılan mektuplarını, Metin Altıok’un yeni ortaya çıkmış şiirlerini konuştuk. Kıymeti bilinmeyen birçok şairden bahsetti, lütfen onları da okuyun dedi. Yine “Bizim önceliğimiz her zaman emektir sevgili Fatin” cümlesini eksik etmedi. Babası Papken amcayı geçen sene yitirmiştik, çok yıpratmıştı babasının kaybı onu. Hayatın cilvesi, torunu ise yeni dünyaya gelmişti. “Hiçbir sevgiye benzemiyor onu sevmek sevgili Fatin, öylesi güzel” dedi. Arapgir’e dönmeyi düşünmüyor musunuz diye sordum; “Bıraktığım yer bulduğum yer olmayacak Sevgili Fatin, artık dönemem” dedi. Babası terk-i diyar etmiş, dostları gitmişti; bir tek halası kalmıştı Arapgir’de. Bir şiirinde dediği gibi, “gülün dalında solması Arapgir, konar göçer bir kent şimdi”. Ve gözümden kaçamayan, kaçıramadığım bir gerçek buz gibi önüme serilmişti o gün. Yaşlanmıştı Kirkor amca. Konduramıyorsun bu denli sevdiğin birisine ama evet, çok yaşlanmıştı. Artık bir çırpıda çıktığı yokuşları ufak adımlarla ilerliyordu. Tansiyondan ve astımdan daha çok şikâyet eder olmuştu. Belli ki yorulmuştu. Annesinin yanından tahta bir bavulla ayrıldığından bugüne nefes almaya izin vermeyen bir hayat yaşamıştı. Mütevazılığı, içinde taşıdığı hüzünlerin çok azını anlatmasıyla neticeleniyordu hep. Mesela 1915’te ailesinin nasıl hayatta kaldığını, neler yaşadıklarını anlatmaktan hep kaçınır ve “biz bir şekilde hayatta kalmışız işte, yitenleri konuşalım, onları analım” diyerek başkasının derdiyle hemdert olurdu her zaman. Bu nedenle, ne acıdır ki ailesinin hikayesini hiç anlatmadı bana.
‘Yitik bir adanın son kuşu’
Beyin kanaması geçirdiğini haberini aldığımda, Neşet Ertaş’ın deyimiyle beynimden ayakkabımın içine buz gibi sular doldu. Çok geçmeden kayıp haberini aldık. O güzelim tespih tanelerinden bir boncuk daha eksildi. Onun dizeleriyle, “gerilmiş iplerinden geçmişti hayatın” ve “yitik bir adanın son kuşuydu”, başka diyarlara uçtu. O geçip gitti ve ardında bir eş, iki çocuk, bir torun, kardeşler ve sayısız dost bıraktı. 26 Mart Pazar günü Ankara’da Mülkiyeliler Birliği seçimlerinde dostları Sevilay Çelenk ve Şeyhmus Diken ile konuştuk kaybını. Büyük üzüntü içerisindelerdi. Eminim, bu ani ayrılığın ardından her seveninin dilinde keşkeler kalmıştır. Ah diyorum, ah, keşke bir kez daha konuşabilseydik, bir kez daha “Ermeniyiz, meskenimiz toydadır” türküsünü söyleyebilseydik. Artık İstanbul’a nasıl gelebilirim bilmiyorum. Kadıköy’e nasıl adım atarım, Cağaoloğlu’nu nasıl yürürüm, tahayyül edemiyorum. İstanbul’da kapım kalmadı artık ve yine onun dizeleriyle “bu kent sen gideli siyah bir leke”.
(fatinsevkibulut@gmail.com)