Ayşe Hür'den Taner Akçam'a yanıt

Bu anlatı öylesine ayrıntılıydı ki ne yaşadığı şehrin adını ne doktorunun adını vermeyi akıl edebilen Ali Öz, Alpdoğan Paşa’nın ve emrindekilerin işlediği suçları anlatırken detaycılığıyla göz kamaştırıyor. Yer ismi veriyordu, süre veriyordu, sayı veriyordu. Ancak hepsinden önemlisi bugün 1937-1938 Dersim Soykırımı dahil Cumhuriyet tarihinde işlenen pek çok suçun faillerini ve mağdurlarını bir batında hikâyeye yerleştiriyordu.

Taner Akçam  21 Nisan Cuma günü yayınlanan nüshamızda “Dersim Katliamı’na dair okuması zor bir mektup” başlığıyla Ali Öz isimli bir kişinin mektubunu yayınlamıştı. 1946 yılında yazıldığı görülen mektup katliama dair tanıklıklar içeriyordu. Ayşe Hür mektubun yayınlanmasından sonra twitter hesabından şu paylaşımda bulundu. “1937-1938’i ‘Soykırım’ olarak niteleyen ‘Dersimli olmayanlar’ın ilklerindenim. Dersim’de bu mektuptakinden daha korkunç suçların işlendiğinden kuşkum yok. Ama bu mektuptaki mantık hataları çok bariz, hikâye ediş ‘fazla mükemmel’. Bence bu mektup sahte.”

Akçam bu paylaşımdan sonra önceki hafta Agos’ta Ayşe Hür’e bir yanıt kaleme aldı. Hür de bu yazıya bir yanıt hazırladı ancak yazı Akçam’ın yazısının boyutlarını hayli aşıyordu.  Denk bir boyuta indirmesinin mümkün olup olmadığını sorduk. Yazının bir bütün olduğunu, kısaltmanın zor olduğunu ifade eden Ayşe Hür bu yazıyı “Avrupa Demokrat” sitesinde yayınladı. Yazının tamamını sayfalarımıza taşımak güç ancak cevap hakkına riayet usulünce  bu yazıdan bir bölümü burada yayınlıyoruz. Yazının Tamamına şu linkten ulaşılabilir.  (Agos)

“SEKA dediğimiz kurumun nüvesini, Başvekil İsmet İnönü’nün katıldığı törenle temeli 14 Ağustos 1934’te atılan, 6 Kasım 1936’te İktisat Bakanı Celal Bayar’ın katıldığı törenle açılışı yapılan, inşaatı ancak 1939’da tamamlanan İzmit Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları Müessesi ile oluşturmuş, bunu değişik adlarda beş fabrika daha izlemiş, nihayet 21 Haziran 1955 tarihinde bu fabrikalar Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi-SEKA adıyla yapılandırılmıştı. (Kaynak: Zafer Özen, “Bir Cumhuriyet sanayisi örneği olarak SEKA”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı’nda kabul edilmiş yüksek lisans tezi, 2021) Yani, mektubun yazıldığı 17 Aralık 1946 tarihinde, henüz SEKA adlı bir kurum yoktu. Nitekim Milliyet arşivinde bulabildiğim en eski “SEKA” terimi, 28 Ağustos 1955 tarihli “İzmit Kâğıt ve Selüloz Fabrikası Müstahdeminine istirahat imkânı sağlamak için karalan SEKA kampı, diğer kamplara örnek teşkil edecek mahiyettedir” haberi…

Üstüne bir de “cemse” terimi vardı ki, adeta “Ayşe Hür, hala mı kanıt arıyorsun?” diye bağırıyordu bana. Çünkü Amerikan menşeli General Motors Corporation adlı motorlu taşıt markasının baş harflerinin, yani GMC’nin İngilizce okunuşunun yani “ciemsi”nin Türkiye’de halk arasında “cemse” diye telaffuzundan türetilen terim, ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşma ile kamuya açıklanan ve 1948 yılında yürürlüğe giren Marshall Yardımları kapsamında Türkiye’ye gönderilen GMC araçlarla lügatimize girmişti. Bu konuda bulabildiğim en eski kullanım 18 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Çatalca Belediye Başkanlığından” başlıklı ilan. Yani mektubun yazıldığı 1946 tarihinde ne GMC araçlar ne de “cemse” terimi kullanımdaydı!

Taner Akçam’ın “Mektubun bir başka özelliği hasta olan, intihar eden faillerden bahsetmesidir. Bu çok önemli konuşulmayan bir gerçekliğimizdir, Türkiye’nin bir aynası gibidir” demesi yüzünden mektupta sözü edilen İzmirli Ethem adlı birinin intiharına dair gazetelere yansımış bir haber var mı diye merak ettim, Milliyet’in arşivi 1950’den başladığı için sadece Cumhuriyet gazetesinin elektronik arşivine baktım, ama bulamadım. Elbette bunun çok anlamı yok. Çünkü gazetelere yansımamış olabilir, ben araştırmada başarısız olmuşumdur vs… Dolayısıyla bu konuyu hızlıca geçtim.

Ancak “Ethem arkadaşın bunalımı ve intiharı” olayımızda kilit öneme haizdi. Çünkü Ali Öz, Ethem’in olayından derinden etkilendiği için geçmişte yaşadığı olaylar bir bir aklına geliyordu. Öldürdüğü çocukların gözleri beynine işliyor ve onda da bir psikolojik sorunlar başlıyordu. Nitekim müdürleri onu zorla “akıl doktoru”na gönderiyorlardı. (Gerçi halk daha çok “deli doktoru” der psikiyatristlere ama muhtemelen “Emraz-ı Akliye” teriminden esinlenmiş mektubun meçhul yazarı) O doktor da bugüne dek hiç duymadığımız bir yöntem izlemişti bu vak’ada. Yaşadıklarını kâğıda yazdırıp imzalatmıştı. Zaten bütün mesele de buradan çıkmıştı. Ali Öz, Şükrü beyden bu doktoru bulup, o kâğıdı geri almasını istemek için daktiloya sarılmıştı. Peki mektupta Ali Öz’ün hangi şehirde yaşadığı yazıyor muydu? Hayır. Doktorun hangi şehirde yaşadığını, adının ne olduğunu öğrenebiliyor muydu Şükrü Bey? Hayır. Doktorun çalıştığı hastane belli miydi? Hayır. O zaman nasıl alacaktı o raporu Şükrü Bey? Raporu alamayacağı gibi birazdan Ali Öz’ün olayları tekrar ve bugün gençlerin tabiriyle “Bilal’e anlatır gibi” tüm ayrıntılarıyla kaleme alması yüzünden ortaya imzalı bir “rapor” daha çıkacaktı üstelik.

Bu anlatı öylesine ayrıntılıydı ki ne yaşadığı şehrin adını ne doktorunun adını vermeyi akıl edebilen Ali Öz, Alpdoğan Paşa’nın ve emrindekilerin işlediği suçları anlatırken detaycılığıyla göz kamaştırıyor. Yer ismi veriyordu (Mazgirt-Tersemek ve Murat Suyu), süre veriyordu (iki saat sonra Teğmen bilgi verdi), sayı veriyordu (70-80 çocuk, 30 kadın).

Ancak hepsinden önemlisi bugün 1937-1938 Dersim Soykırımı dahil Cumhuriyet tarihinde işlenen pek çok suçun faillerini ve mağdurlarını bir batında hikâyeye yerleştiriyordu. Failler “Cumhurreisimiz”, “hükümet”, “Alpdoğan Paşa”, “Teğmen”, “Çavuş Ali Öz”; mağdurlar “Kızılbaş dölleri”, “Ermeni dölleri”, “vatan hainlerinin dölleri”, “kadınlar”, “çocuklar”, “çocuk öldürmeyi reddeden Diyarbakırlı bir Kürt asker” diye sıralanıyordu.

“Saik” olarak “ırkından dolayı” ifadesiyle 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne atıf dahil, dört dörtlük bir dosya sunuyordu bize Ali Öz… Bunu yaparken kendini bir kez daha okkanın altına atıyordu. Öyle ya, adı meçhul bir doktorun meçhul bir şehirdeki savcılığa verip vermeyeceği belli bile olmayan raporunu geri almak için çırpınan Ali Öz mükellef bir itirafname sunuyordu Şükrü Bey’e. Maazallah mektup yerine ulaşmadan istihbaratın eline geçseydi, başına neler gelirdi değil mi Ali Öz’ün?

Normalde Şükrü Bey’in de bu mektubu alır almaz, kendisinin baş aktörlerinden biri olduğu bariz olan bu ağır suçun böyle pervasızca anlatılmasından rahatsız olup, mektubu buruşturup çöpe atması, hatta yakması beklenirken, bunu yapmadığı anlaşılıyor, çünkü şimdi bizler o mektup üzerine konuşuyoruz. Bu mektubun nasıl olup da Hasan Saltık’ın eline geçtiği muammasını bir yana bırakırsak, eğer Akçam mektubu bizzat inceleyebilseydi, bunun (o günlerde çok az kişinin ulaşabildiği bir alet olan) daktilo ile yazılırken çift nüsha mı yazıldığını, örneğin altında karbon kâğıdı izi olup olmamasından anlayabilirdi. Böylece “mektubun Şükrü Bey tarafından imha edilmesi gerekirdi” tezimi “Bu mektup Şükrü Bey’in nüshası değil, Ali Öz’ün kendisine sakladığı nüsha” diye çürütebilirdi. Ama şu anda bunu diyebilir mi Akçam? Hayır, diyemez.

Bu bölüme dair son notum şu olsun: Taner Akçam “Alpdoğan Paşa, “Ermeni’nin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürde ve Kızılbaşa geldi” diyor” diye yazmış. Sözlü tarihte yaygın biçimiyle “Zo diyenlerin [Ermenilerin] kökünü kuruttuk, sıra Lo diyenlerde [Kürtlerde]” şeklinde olan bu “şeytani darbımesel” Dersim Generali Alpdoğan’a değil, 1921’de kanlı Koçgiri tedibini yürüten Merkez Ordu Kumandanı “Sakallı” Nurettin Paşa’ya atfedilir. Buna dair rastlayabildiğim en erken atıf Nurettin Dersimi’nin Kürdistan Tarihinde Dersim (Ani Matbaası, 1952) kitabında (s. 158) var. Ancak Nurettin Paşa’nın hakikaten böyle bir söz edip etmediğini bugüne dek tespit edemedim. Akçam’ın Alpdoğan’a atfının bir temeli vardır belki, böylece yılların muammasını da çözmüş oluruz. 

İtiraf etmeliyim ki, ilk okumalarımda değil, ancak üçüncü okumamda alarm zillerini çaldıran, Tersemek kelimesi oldu. Bunu bir yerden hatırlıyordum. Nitekim nerede okuduğumu, hatta yazdığımı buldum da. Siyasi hayatına CHP’li olarak başlayıp DP’li olarak bitiren Necip Fazıl Kısakürek, o günlerin ruhuna uygun olarak CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitmişti. 27 Ocak-10 Şubat 1950 arasında Büyük Doğu dergilerinde tefrika edilen “Doğu Faciası” başlıklı yazı dizisinde (Dedektif X Bir mahlasını kullanmıştı), 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin” “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayını son derece etkili bir dille ve örnekler vererek anlatmıştı. İşte bu yazı dizisinin 3 Şubat 1950 tarihli nüshasında şöyle bir bölüm vardı:

“7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir derece içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.

8- Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

Dikkat edilirse Ali Öz’ün mektubundaki katliam hikayesi bu anlatıya çok benzemekte. Hatta artık iyice eminim ki mektubu kurgulayan kişi, bu mektubun yazıldığı iddia edilen tarihten dört yıl sonra basılmış bu bölümü esas alıp hikayesini kurgulamış. Onu genişletmiş, sayıları arttırmış, Akçam’ın deyimiyle “sıcak şiddet” sahnelerini arttırmış ve ortaya Taner Akçam gibi yılların soykırım araştırmacısının bile gözlerini dolduran bir metin çıkarmış. Burada senaryo yazarını tebrik etmek lazım.

Devam edelim:

Necip Fazıl bölgeye çok hâkim olmadığı için Mazgirt’in Tersemek nahiyesi diye bir ad kullanmış olmalı çünkü Mazgirt’in bu adda bir nahiyesi yok. 1925’te Türüşmek (veya Ermenice Troşmeg), katliamdan sonra Çiçekli, bugün de adı Aktuluk mahallesi mevkiini kastediyor olabilir. Türüşmek Munzur Nehri ile ve Peri Suyu’nun arasında olup, Murat Suyu’na çok uzaktır. Yani mektupta belirtildiği gibi “kandan kıpkızıl akan” nehir, Murat Suyu olamaz!

Anlaşılan “Ali Öz” de aynen Necip Fazıl gibi bölgeyi tanımadığından, 1950’de yapılan hataları 1946 tarihinde yazılmış gibi gösterdiği mektuba aynen aktarmış.”

Kategoriler

Dosya