TALİN SUCİYAN

Talin Suciyan

PARRHESİAPAR

Nisan ayında doğruyu söylemek zordur. Dinlemek de.

Zamanının geçtiğine inandırılmak için yüz yıl uğraşılan, yok sayılan bir deneyimin ve zamansallığın aslında hep bizimle olduğunu, Hrant Dink ve Sevag Balıkçı’yla açıkça görmüştük. Çağcıllarımızla hiç de aynı zamanı yaşamadığımız gün gibi ortadaydı.

Parrhesia Kolektifi olarak iki yıl önce Nisan ayında yaptığımız sosyal medya paylaşımlarında “Nisan ayında doğruyu söylemek de, dinlemek de zordur” demiştik. Gerçekten de Nisan ayları, Ermeni Soykırımı’na ilişkin hakikatleri dile getirmek isteyenler açısından hep zor olageldi ve geçtiğimiz yıllarda daha da zorlaştı. Zamanın bizi hep daha iyiye ve ilerici olana götürmediğine dair hepimizin bildiği bir dersi yeniden önümüze koyarak... Kolektif olarak, bu süreçte iki temel konunun üzerine yoğunlaştık; birincisi zamansallık, ikincisi ise inkârın bizden kendi zamansallığımızı ve kendimize ilişkin en temel bilgileri çalmış olması durumu. 

Geçen yıl Nisan ayında Uzakdoğu Asya tarihçisi Harry Harootunian’la bir webinar yapmıştık; Harootuinan iki önemli noktaya dikkatimizi çekmişti. Bunların ilki, soykırımın bilinen en karmaşık, en kompleks suç olduğu ve bu nedenle tek bir sebeple açıklanamayacağıydı. Bu bakış açısı soykırımları milliyetçilikle, ırkçılıkla, kin ve nefretle açıklamaya önemli bir alternatif sunuyordu. Zira bu kavramaların yetersizliğini her birimiz hayatlarımızda her gün deneyimliyorduk. Şöyle bir soru soralım: Ne kadar büyük, ne kadar uzun erimli, ne kadar örgütlü bir öfke, nefret ve hasetle örgütlenebilir, insanoğlu bir başka halkı yok etmek için? Sorunun kendisi bile mantık hatası gibi geliyor kulağa. Soykırım suçunun en karmaşık, çok katmanlı ve en çok bilgiye ihtiyaç duyan bir suç olduğunu düşündüğümüzde ise, Ermenilerin başına gelenin, milliyetçiliğin, kin ve nefretin çok ötesinde, yapısal, değişen güç ilişkilerinin temelinde bulunduğu ve 19. yüzyılın ilk yarısından beri devam eden kurumsal, idari, sosyal ve iktisadi süreçlerin zirve noktası olduğunu düşünebiliyorduk. Harootunian’ın dikkat çektiği ikinci nokta ise, tüm imparatorlukların en temel işlevinin, kendisine bağlı tebaanın tüm kaynaklarını sömürmesi, istihraç etmesiydi (‘extraction’). Bu noktada, Güney ve Kuzey Amerika’da yaşayan yerli halkların Avrupalılarla karşılaşmaları ve yaşadıkları çeşitli baskılar, zulüm ve yok edilmenin, Ermenilerin ve genel olarak bölgenin yerel halklarının başına gelenlerden çok da farklı olmadığını anlamamıza yardımcı oldu. 

Sömürgeci-yerli karşılaşmaları ve bunların sonuçları üzerine düşünmeye devam ettiğimizde, milliyetçilik tezlerinin aksine, ufkumuzun genişlediğini fark ettik. Sosyal medya paylaşımlarımıza da bu görüşlerimize ilham veren yazarların ve düşünürlerin sözlerini aktardık. Örneğin James Baldwin’in kendisiyle söyleşi yapmaya çalışan beyaz gazeteci kadına “Seni şahsen tanımıyorum, çünkü seni tarihsel olarak tanıyorum” demesi; bell hooks’un, sömürgecinin yerli üzerindeki bitmeyen otoritesine dikkat çekerken “Bana acını anlat ki, sana senin hikâyeni benim hikâyem olarak tekrar anlatabileyim” cümlesini kurması; Walter Benjamin’in ezilenlerin tarihinin ezen hakkında en önemli bilgiyi içerdiğini söylemesi; Toni Morrison’un ırkçılığın dikkatimizi dağıtarak bizleri sürekli olarak varoluş sebebimizi açıklamaya zorladığını vurgulaması, bize bir dizi ‘farkına varış’ yaşattı. Bunlara ek olarak, ‘eşzamansızlık’ kavramıyla, yerli ile sömürgecinin aynı zamanı paylaşmadığını söylemesi, aynı yerde yaşasalar bile sadece ve ancak farklı zamanlarda yaşıyor olduklarına dikkatimizi çekmesi bizim için önemli bir keşif oldu. Ne çoğumuz hissetmiştik bunu sayısız defalar, ama bu şekilde ifade edememiştik hiç. Örneğin 24 Nisan’da Sevag Balıkçı’nın öldürülmüş olması, bize içine hapsolduğumuz ve bizi diğerlerinden ayıran zamanı anlatmıyor muydu? Balıkçı ailesinin yaşadığı yıkım ortak, belki de asla konuşulmayan geçmişlerimizden yansıyan ve aslında hâlen varlığını sürdüren kesitler değil miydi? Zira zamanının geçtiğine inandırılmak için yüz yıl uğraşılan, yok sayılan bir deneyimin ve zamansallığın aslında hep bizimle olduğunu, Hrant Dink ve Sevag Balıkçı’yla açıkça görmüştük. Çağcıllarımızla hiç de aynı zamanı yaşamadığımız gün gibi ortadaydı.

Geçen Kasım ayında Marc Nichanian’la, yazarın tüm çalışmalarına değinmeye çalıştığımız bir webinar yapmıştık. Nichanian, Ermeni Soykırımı için kullandığı ‘Ağed’ kelimesini açıklarken, şunları söylemişti. “ ‘Ağed’ bize gelecekten gelen bir kavramdır, yani henüz başımıza geleni anlamamış olduğumuzdan, kullan(a)madığımız bir kelimedir.” Bunu söylerken, aslında bir soykırım suçunun neleri kapsadığını, hangi süreçleri içerdiğini, nasıl bir arka planı olabileceğini henüz bilmiyor olabileceğimize, o süreçte yaşananların hâlen katman katman önümüze dökülüyor olduğuna ve hâlen her şeyi idrak edememiş olduğumuza dikkatimizi çekiyordu. Bu bakış açısı da, elbette, bunun çok karmaşık ve anlaşılması zor bir suç olduğu yaklaşımıyla son derece uyumluydu. Neden ‘soykırım’ yerine ‘ağed’ kelimesini tercih ettiğini, bu kelimenin nasıl sonsuz bir felaketi imlediğini, o webinar’da çok net bir şekilde açıkladı Nichanian. 

Böylelikle, son iki yılda, kendimizle ilgili bildiklerimize yerliliğin ne demek olduğu, yerlinin zamanının ne anlama geldiği, doğa ve yaşadığı çevre ile ilişkisinin nasıl olduğu, bunların edebiyata, sanata nasıl yansıdığı üzerine düşünerek, kendimizi hapsolmuş hissettiğimiz çıkmaz sokaklardan, yalnız olmadığımızı fark ederek, dünyanın dört bir yanındaki yerli halkların benzer felaketlerle karşılaştığını görerek çıkma yolunda küçük adımlar atabildik.