Sabah olunca sadece insanları değil şehri de kaybettiğimizi anladık. Gün aydınlanınca gördük ki Antakya yok olmuştu, Ezan, çan, hazan susmuş, tarih enkaz altında kalmıştı. Bizim oraların ortak adı afet bölgesi oldu, adına deprem bölgesi dediler oysa ki biz “doğunun kraliçesi” derdik. Antakya, İncil’de bile adı geçen çok kültürlülüğüyle ünlü gözbebeği bir şehirdi…
San Adreas Fay Hattı’nı bilir misiniz? Hani şu 2015 yapımı filme konu olmuştur.
Brad Peyton tarafından yönetilen aksiyon macera türündeki bir ABD filmi. Başrollerinde Dwayne Johnson, Carla Gugino ve Alexandra Daddario oynamıştı. Filmde kırılan ve ardarda oluşan depremlerle yok olan şehirleri izlemiştik. Tıpkı Kahramanmaraş’ta başlayan depremin, Hatay, Malatya, Adıyaman, Osmaniye, Kilis, Gaziantep’i yıktığı gibi… 7.7’lik depremden saatler sonra 7.6’lık başka büyük depremin olduğu ve hatta iki hafta sonra Defne merkezli 6.4 ve Samandağ merkezli 5.8’lik depremleri tetiklediği gibi.
Filmde konu edinilen, Kaliforniya boyunca yaklaşık 1200 km uzanan bir kıta dönüşüm fayıdır. Sağ yanal atılımlı, Pasifik Levhası ile Kuzey Amerika levhası arasındaki tektonik sınırı oluşturur. Tıpkı Doğu Anadolu fayı gibi… Yanal atılımlı ve Anadolu levhası ile Arap levhası arasında… San Adreas, San Francisco depremine neden olmuştu. İşte tam da bu film gibi bu son zamanlarda yaşadıklarımız.
5 Şubat gününü sıradan bir Pazar günü gibi yaşamıştık. Herkes akşam yemeğini yemiş ve hatta bazıları belki benim gibi misafir bile ağırlamıştı. Ertesi gün okul açılacaktı. Erken kalkmak gerekiyordu. Hatay Defne’deki evimizdeydik. Okul çantaları hazırlandı ve sabah 07:00’ye alarm kuruldu. İlk günden okula geç kalınmamalıydı. Yatmadan önce de kurufasulye ıslatmıştım, 6 Şubat akşamı yemeğimiz olacaktı. Yaklaşık 50 bin kişinin sabahına uyanamadığı bir gece oldu. Enkaz altında kalanların bir kez, kurtulanların kerelerce öldüğü…
Bitmeyen sarsıntı
Çok soğuk bir geceydi. Antakya şartlarına göre ekstra soğuk bir hava vardı. Saatler 4:17’yi gösterdiğinde bir depremle uyandık. Biz o coğrafyada küçük depremlere çok alışkın olduğumuz için biteceğini sandık. Ama bitmediği gibi de şiddetlendikçe şiddetlendi. Durmuyor, gücü azalmıyordu. Hayatımda gördüğüm en büyük felaketin 1999 Marmara Depremi olduğunu sanıyordum. Bilemedik o an dünyanın en büyük ikinci depremini yaşadığımızı. Deprem bitene kadar yerimizden kalkamamıştık. Bittiği an kapıya yöneldiğimizde ayaklarımıza camlar batarken evde aslında ne çok şeyin kırılmış olduğunu anladık. Sonrasında hızla çocuklarım, ben ve eşim 4. kattaki evimizden koşarak dışarı kaçtık. Çıktığımızda benim gözlüklerim yoktu, eşimin de telefonu ve tabii başka birçok şeyimiz…
Arabanın anahtarını almayı akıl etmiştik son anda, kendimizi arabamıza attığımızda ilk hedefimiz Samandağ’a ulaşmak oldu. Yol boyunca yıkıntıları gördük, belli ki herkes bizim kadar şanslı biçimde çıkamamıştı evlerinden. Az sonra şebekeler izin vermeyecekti biliyordum ve hızlıca güvende olduğumuzu bildirmeye ve tanıdıklarımın da güvende olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı.
Ulaştığım ilk arkadaşım evi yıkıldığı için ağlayarak konuşurken aslında yepyeni binaların da depreme dayanamadığını anlamış oldum. Samandağ’a ulaştığımızda eşimin veteriner kliniğinin yıkıldığını gördük. Peki ama ya üst katta yaşayan ev sahipleri ne olmuştu? Kaçabilmişler miydi yoksa o gördüğümüz enkazdalar mıydı? Gittikçe büyüdü şiddetin boyutu binalar sokaklara dökülmüş, sokaklar kapanmıştı. Yollar bina doluydu, Samandağ’ın yeni şehirleşmeye çalışan caddeleriydi onlar, çoğu yollardaydı. Altında kalanlar da bizim Samandağlılar...
Sabah olunca...
Köye ulaşmayı başardık, neyse ki herkes iyiydi, evler sağlamdı. Arkadaşlarımıza tanıdıklarımıza ulaşamamak endişe veriyordu bize, bir ses duymaya “İyiyiz” cevabına çok ihtiyacımız vardı ama çok zordu.
Sabah olunca sadece insanları değil şehri de kaybettiğimizi anladık. Gün aydınlanınca gördük ki Antakya yok olmuştu, Ezan, çan, hazan susmuş, tarih enkaz altında kalmıştı. Bizim oraların ortak adı afet bölgesi oldu, adına deprem bölgesi dediler oysa ki biz “doğunun kraliçesi” derdik. Antakya, İncil’de bile adı geçen çok kültürlülüğüyle ünlü gözbebeği bir şehirdi…
Tarihte sokakları ışıklandırılmış ilk cadde Herod caddesi yoktu artık. Üzerinde yer alan Anadolu’nun ilk camisi, 7. Yüzyıl yapısı Habibi Neccar camii, iki elin parmakları sayısınca kalmış Antakya Musevi cemaatinin sembol yeri Sinagog, vakıf yönetim kurulu başkanıyla enkaz altındaydı. Antakya Ortodoks cemaatinin patrikhane mertebesinde kıymeti olan kilise yapısı, Affan Kahvesi.. Şimdi moloz yığınlarıyla dolu, havasından ölüm kokan bir şehir oldu Antakya. Dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi Hatay Arkeoloji Müzesi’nin Dafne Mozaikleri bölümü yıkıldı. Neyse ki, St Pier ve Necmi Asfuroğlu Müzesi’ndeki mozaikler iyi durumda.
Vakıflıköy Müzesi’nde sadece iki testi kırıldı, Patrik Mesrob Kültür Merkezi nisbeten iyi durumda.
İkinci sarsıntı
İlk deprem Antakya’yı yok etti, ama köyler sağlamdı seviniyorduk, ancak 20 Şubat günü yaşanan iki depremle köyler de onarılamaz hasarlar aldı. “Antakya’yı Antakya yapan ne varsa yok oldu bir Vakıflı kaldı elimizde” derken, son deprem Vakıflı’da da ağır hasarlara yol açtı. Kilise’nin çan kulesi zor dayanıyor. Hemen yanındaki pansiyon olarak kullanılan tarihi Antebyan konağı harabeye döndü… Her yer nasıl toparlanacak yeni normal nasıl tanımlanacak, bilmiyoruz. Hissettiklerimizin tarifi çok zor.
Deprem sonrası şehir hayalet gibiydi, yardımlar gelmeye başladı. Daha saatler öncesinde her şeyimiz varken sanki başkalarının çoraplarıyla, üstümüzde başkalarının elbiseleriyle kalakalmıştık sokaklarda. Araçlar için yakıt bulamıyorduk. Paramız vardı cebimizde ama alacak hiçbir şeyimiz yoktu. Elektriksiz kalmıştık günlerce. Şarj yoktu telefonlarda, yağmur sonsuz yağıyordu. Ilık Akdeniz havasıyla bilinen bölge karakışın ortasında kalmıştı. Artçı depremler durmuyordu yağmur ve dolu da ona eşlik ediyordu. Sanki yer kabuğu üzerinden atmak istiyordu bizi.
Bundan sonrası…
Hatay çoğunlukla göç verdi bu günlerde. Göçün en temel nedeni de şehirdeki yaşam olanaklarının yoksunluğu oldu. Fırsatı olan, Türkiye’nin farklı şehirlerindeki akrabalarının yanına sığındı, olmayanlar da kaymakamlıklar vasıtası ile Muğla’ya götürüldü. Benim, iki kızımla birlikte depremin 4. gününde köydeki çocuklu annelerle birlikte Kumkapı Ermeni Patrikhanesi’nin tahsis ettiği otobüs ile İstanbul’a ailemin yanına gelmiş olmam ise hayatımızın farklı yönde evrilmesine vesile oldu.
10 yıl geçmişti şehirden ayrılmamın üzerinden. 2013 yılında İstanbul’dan Antakya’ya göç etmiştim. O günden bu güne şehirde sadece misafirdim. Ara sıra gelip dostlarla görüşüp İstanbul havasını soluyup dönüyordum memlekete. Şimdiyse doğduğum, büyüdüğüm okuduğum, çalıştığım şehre geri dönmüştüm. Kısa süreliğine sanmıştım geldiğimde; “kafamı toparlayana kadar”... Ama öyle olmadı, günün sonunda anladık ki bu bir “ziyaret” olmayacaktı, geçici bir kalıcılıktı bizim durumumuz. Çünkü Hatay’da okullar açılamayacaktı… Ermeni toplumunun kucak açması yaşam koşullarımızı ve durumu kabullenmemizi kolaylaştırdı. Çocuklarımızın Hatay’daki okul kayıtlarını Karagözyan Ermeni Okulu’na naklettik. Okul yönetiminin sıcak karşılaması ve öğrencilerin kızlarımı nasıl da sahiplenerek kucakladığını görmek içimizdeki beton soğukluğunu ısıtmayı başardı.
Antakya’yı Antakyalı kaldıracak
Geçtiğimiz hafta sonu Haycar ekibi köydeki evlerin hasar durumlarını tespit edebilmek amacıyla Vakıflı’daydı. Ben ve çocuklarım da ekibin bir parçası olduk. Elbette ki evlerin durumları bizim için çok önemliydi ancak benim için daha da büyük ihtiyaç, bu vesileyle şehrime kısa süreliğine de olsa veda edebilmekti. İkinci deprem sonrası evimdeki ve köydeki durumu bilemiyordum. Heyecan ve korkuyla girdim evime. Filmlerde evini terk eden kadınların valiz hazırlaması gibiydi eşyalarımı toparlamam. Son zamanlarda yaşadıklarımız da zaten bir film setini andırmıyor mu?
Valizimi hazırladım, kızlarımın elinden tuttum ve uzun bir süre İstanbul’da kalacağımı bilerek ayrıldım evimden. Bir de omlet tavamı aldım yanıma çünkü aidiyete ihtiyacım vardı, rutinimin parçası olan.
Şimdi İstanbul’dayım ancak farkettim ki yıkıntılar içinde de olsa orada olmak bana iyi geldi. Çünkü travma bir ceket gibi çıkarılıp gelinemiyor. Boşta kaldığım her zaman şehirden ayrılanların paylaştıkları yıkıntı videolarını izliyor, duygusal yazılarını okuyorum. Herkes romantik bir şekilde Antakya’ya dönme sözü verip yerinde oturuyor. Oysa ki Antakya, biz uzaktayken kendi kendine toparlanmayacak ve hatta şu da bir gerçek ki Antakya’yı başka şehirdekiler değil Antakyalılar ayağa kaldıracak. Yani şimdilik buradayım evet ama çok yakında gidip taşı taşın üzerine koymaya, şehrimi ve tarihini ayağa kaldırmaya kararlıyım.
Haycar’ın durum tespiti
4 – 6 Mart arasında İskenderun ve Hatay’da ilk gün 3, diğer günler 2 uzman tarafından yapılan hızlı gözlemsel tarama çalışması sonucunda, İskenderun’daki Surp Karasun Manuk ve Vakıflı’daki Surp Asdvadzadzin dahil 2 kilise, Antakya’da 2 konut binası ve geri kalanı Samandağ’da Vakıflı ve Zeytuniye dahil kilise cemaatine ait konutlar olmak üzere toplam yaklaşık 60 yapı gezildi.
Bu yapıların yaklaşık %25’inde ağır hasar tespit edildi. Birkaç binada temel altı dolgu zemin kaynaklı kısmi oturmalar ile yapıların bazılarında güçlendirme ile çözümler üretilebilecek orta hasar durumu görüldü. Yapıların çoğunda ise genelde taşıyıcı olmayan yapı elemanlarında gözlemlenen problemler dışında taşıyıcı hasarları gözlemlenmedi.
Cumartesi akşamı köy kahvesinde bir de genel toplantı yapıldı. Haycar temsilcileri, süreçle ilgili önerilerini sundular. Genel anlamda devletin de devam ettiği hasar tespit çalışmalarının bitirilmesi ve Çevre Şehircilik, TOKİ ayrıca Kültür Bakanlıklarının sunacakları tekliflere göre bir yol çizmenin uygun olacağına karar verildi.